MAZLUMDER Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Akif KOÇER, Bilgi ve Norveç Helsinki Komitesi İşbirliği ile Dolapdere kampüsünde icra edilen ''İnanç Gruplarının Tüzel Kişilik Sorunları '' konulu sempozyumda MAZLUMDER adına sunum yapmıştır.
SÜNNİ MÜSLÜMANLARIN TANINMAMA SORUNU
Cumhuriyetin kuruluşu ile dini, tüm renkleriyle hayattan dışlayan bir ulus devlet anlayışı, deli gömleği gibi topluma giydirilir. Kemalist eğitim, okulu; yeni düzene uygun bir toplum inşa etmenin aracı olarak görmüştür. Türk Milli Eğitim Sistemi’nin amacı da, farklı etnik ve dini kimliklere sahip Anadolu insanından, Türk milliyetçiliğine, pozitivizme ve kapitalizme uygun yeni bir insan tipi çıkarmak ve bu insanı yeni düzenin meşruiyetine ikna etmektir. 1923-1938 arasında eğitim sisteminde yapılan tüm değişikliklerle, halkın geçmişten gelen her türlü aidiyetiyle bağının koparılmasına, Cumhuriyet rejimine sadık yurttaşlar haline getirilmesine ve onların laik bir hayat düzenine alışması sağlanmaya çalışılır. Artık Osmanlı dönemindeki yaygın olan din bağının yerini milliyetçilik, padişaha bağlılığın yerini ise Kemalist ideolojiye sadakat alacaktır.
Anadolu coğrafyasında farklı dillerin, kültürlerin ve toplulukların tek potada eritilmesi, sistemden ulaşması beklenen öncelikli hedeftir. Bunun için farklılıkları yaşatma ihtimali olan her şeye müdahale edilir, her kurum lağvedilir.
Bu bağlamda önce, 3 Mart 1924 tarihinde, Eğitimde devlet tekeli kanunu çıkarılmış, 8 gün sonra ise, Maarif Vekili Vasıf (Çınar) Bey, Maarif Vekaleti’ne bağlı ilkokulların hiçbirinde meslek derslerinin okutulamayacağı, bunun öğretimin birleştirilmesi yasasına ters olacağını belirten genelgesiyle medreseler kapatılmıştır.
1930’da imam-hatip okullarının, 1936’da ise kurulduktan bir süre sonra İslami İlimler Enstitüsü’ne çevrilen ilahiyat fakültesinin kapatılmasıyla, Mustafa Kemal döneminde Türk Milli Eğitim Sistemi’ne bağlı, devlet tarafından desteklenen ve din eğitiminin verildiği herhangi bir kurum kalmamıştır.
Toplumun yaygın dini rengi olan sünni Müslümanlar da tüm bu değişikliklerden nasibini alır. Örgütlenme kurumları olan tekkeler, medreseler kapatılır. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin 677 sayılı yasa 30 Kasım 1925 tarihinde çıkarılarak tüm tarikatlar sekteye uğratılır. Tevhidi tedrisat kanununun asıl amacı ise, medreselerin kapatılması ve dini eğitimin engellenmesidir. Sünni dindarların etrafında örgütlendiği ve devlet tarafından muhatap olarak kabul edildiği tekke ve medreselerin kapatılması, dinin ve dini sembollerin hayatın dışına itilmesi ile dindarlar kendilerini ve sevenlerini korumak için, genel korunma refleksi olarak siner ve hareketsiz uzun yıllar geçirirler.
Cumhuriyet dönemine geldiğimizde, alfabesi değiştirilen, tüm dini eğitim kurumları kapatılan, kıyafetine bile kanun perdesi altında müdahale edilen, ezanlarının evrensel kodları değiştirilen dindarlar, uzun yıllar kabuklarına çekilerek kendilerini bu şekilde muhafaza etmeye çalışmıştır. Değil başkalarının haklarını savunmak, kendi en temel haklarını bile dile getirememişlerdir. Demokrat parti dönemindeki görece özgürlük ortamı da, darbeler geleneği ile ağır bir travmaya dönüşerek, dindar camiaya haddini bilmesi en yüksek perdeden ihtar edilmiştir.
1980 darbesi sol kesime karşı yapılmıştır. Özal dönemi liberal anlayışın gelişmesi ile dindarlar biraz rahatlamıştır. Hemen arkasından ortaya çıkan başörtü yasağı on yıllarca dindar kesimin öncelikli mücadele alanı olmuştur. Bu yasak üzerinden empati yaparak, başka mağdurların durumunu anlama çabası ne yazık ki, sağcılaştırılan, kutsal devlet anlayışına sevkedilen dindarlarda oluşmamıştır. Hatta başkasının hakkını savunma erdemini çok şeyleri göze alarak yapmaya çalışan kendi içlerinden çıkmış yapıları bile en sert şekilde suçlamakta beis görmemişler, yaşam hakkı ihlallerini, anadil hakkını, işkence yasağını savunan Mazlumder gibi kurumlara üvey evlat muamelesi yapılabilmiştir.
28 Şubat post modern darbesinin İslami camiaya karşı yapılması, dindarları, bir derece hak arama bilincine sevk etmiş ve uyandırmıştır. Ancak “dindarların iktidarla imtihanı” sürecinde bu uyanışın yeniden “hikmet-i hükümet” söylemleri ile rehavete dönüştüğü ve köreldiğini görmekteyiz.
Bu soruna ilişkin, sünni dindarlığın Cumhuriyet döneminde faaliyet göstermeye devam eden iki grubundan birisi (Diğer grup Süleymancılardır) olan Nurcular bağlamında konuyu inceleyeceğim.
Bu yıllarda, bir iman ve tebliğ hareketinin tabileri olan Nur Talebeleri , sanki şiddet amaçlı bir suç örgütünün mensupları imiş muamelesi görürler. Bediüzzaman Said-i Nursi hayattan sökülüp atılmaya çalışılan inancı yeniden toplum hayatında görünür kılmak için imani hakikatları yazar ve öğrencileri kanalıyla yaymaya çalışır. Arapça harfler yasaklandığı için, bu eserler gizli gizli yazılır ve postaneler engel koyduğu için elden götürülerek, ulaştırılarak yayılır. Bu şekilde 600 bin nüsha eser yazılmıştır.
Devlet bu dini topluluğu bir NGO (Hükümet Dışı Organizasyon/ Sivil Toplum Örgütü) olarak tanımak yerine, yasadışı örgüt muamelesi yapar. Müellifini defalarca tutuklar, kendini ve talebelerini idamla yargılar. Bediüzzaman mahkemelerde yaptığı siyasi savunmaları ile davasını savunur. Kendisi ve talebeleri küçük ceza alsalar bile, etkili savunmaları karşısında büyük bir ceza verilememiştir.
Lastikli bir kanun olan ve dini tebliğ eden tüm dindarlara uygulanabilecek 163.maddeye karşı savunmalar yapar. Bu yasa ile en masum bir dini tebliğ faaliyetine dahi, dini ve dince mukaddes tanınan şeyleri kullanarak şahsi nüfuz temini kapsamında sayarak 2-5 yıl cezayı sonuç verecektir. Özal döneminde bu kanun kaldırılmıştır. Binlerce insan sadece evinde Risale-i Nur bulundurduğu için tutuklanmış ve bu yasayla mahkum edilmiştir. Nurculuk diye bir suç ceza yasasında olmadığı halde, bu suçlama ile birçok insanın hakkında dava açılabilmiştir. Bu eserleri okuyarak oluşturulan kalbi bağ sebebiyle, her yerde dersane denilen öğrenci evleri açılmış, okulda okuyan talebeler aynı zamanda, din ilimlerini bu eserler vasıtası ile talime başlamışlardır. Bu şekilde, okulda fen ilimlerini öğrenen gençler, Risale-i Nurlar vasıtasıyla dini ilimleri de öğrenmiş olurlar. Bu yöntemle verilen İslami ilimler ile medreselerin işlevi, bu eserlerin kalbe hitap eden yönü ve namaz tesbihatları ile tekkelerin işlevi sağlanır. Hayat kendi gereğini icra etmiştir. Ve her şey aslına dönmüştür. Yine evlerde dönüşmeli olarak küçük gruplar şeklinde bu eserler okunarak, dini ihtiyaçlar tatmine çalışılır.
Bu eserler binlerce defa beraat aldıkları ve kaziye-i muhkeme oluştuğu halde, yeniden yeniye toplatılır, okuyanlar hakim önüne çıkarılır. Bu, tek kelime ile hukuk skandalıdır. 1980 lerden sonra yavaş yavaş üzerlerindeki baskı gevşemeye başlar.
28 şubat post modern darbesi de, Sünni kesimin üzerinden adeta silindir gibi geçer.
Ak parti dönemi, 2000 li yıllarda ise, yine kendisi olarak değil, ancak asıl varlığını gizleyerek, eğitim ve kültür dernekleri veya vakıfları olarak Sünni camia örgütlenir. AB uyum yasaları sonucu kolaylaşan dernek veya vakıf kurma da, buna rağbeti çoğaltmıştır. Hayatta var olan hiçbir tarikat, mezhep veya cemaat adına, dernek veya vakıf kurulamaz. Devlet için yaşamda olanı kabullenmek bu kadar güçtür.
Ak parti de dindarların hükümeti/ iktidarı olduğu halde, buna dönük yasakları kaldırmamış, Sünni dindarların kendisi olarak örgütlenmesinin önünü açmamıştır.
Sonuç olarak son dönemde bile, cemaatler, tarikatler, dernek ve vakıf maskesi ile toplumda görünür olabilmiş, faaliyetlerini legal halde yapabilmişlerdir. Halbuki ayrımcı söylem olmaması koşuluyla, toplumdaki her farklı inanç grubu kendisi olarak örgütlenebilmeli ve devlet tarafından tanınmalıdır. Varlığını devam ettirebilmesi ve kendi grup haklarını savunabilmeleri de ancak bu şekilde mümkün olabilecektir.
Çok dilli, çok dinli bir barış toplumuna ulaşabilmek ancak böyle mümkün olabilecektir…
MAZLUMDER Basın Bürosu