DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ VE GENEL AF
Son birkaç yüzyıl içerisinde otoritesi tartışılmaz boyutlara ulaşan devlet, bugün artık insanoğlunun tartışmasız efendisi konumuna yükselmiş bulunmaktadır. Devleti kendisi için bir koruyucu araç olarak algılayıp da sınırsız yetkilerle donatan insanoğlu, bugün modern devletin otoritesine esir düşerek bir çıkmazın içine sürüklenmiştir. Devletin, başta düşünce özgürlüğü olmak üzere, her türlü hak ve özgürlüğü, kendi devamı için yokedilebilir fazlalık olarak görmesi, bu çıkmazın temelini oluşturuyor. Bu yanıyla modern devletler, düşünüleni söyleme ve bu fikirler etrafında örgütlenme hakkına karşı ötedenberi olumsuz tutum takınmışlardır. Çünkü modern devlet, herkes adına düşünmek ve yine herkes adına gerekeni yapmak üzere kurulmuş örgütlü bir güçtür!
Bilindiği üzere devlet aygıtının yapılanması ve insan hak ve özgürlüklerinin korunması bakımından temel belgeyi ise anayasalar oluşturmaktadır. Peki bizdeki 1982 Anayasasının insan hakları konusundaki tutumu nedir?
Öncelikle şunu söylemeliyiz ki, 1980 Anayasasında otorite ve disiplinli toplum ülküsü, çoğulcu demokrasi ve özgürlük temalarının önünde bulunuyor. Bunda da bilinçsiz ve örgütsüz sessiz çoğunluğun kafasında, özgürlüğün epeydir geniş yığınları kendine çeken bir kavram olmaktan çıkması ve "otorite ihtiyacı"nın popülerleşmesi ya da popülerleştirilmesi önemli pay sahibidir.
Kaldı ki Anayasanın oluşturulma biçimi de otoriterdir, demokratik ve özgürlükçü seçeneği dışlayıcı niteliktedir.
İktidarı MGK'nın ele geçirmesinden sonra, parlamento ve meşru hükümetin varlığına son verilmiş, siyasal faaliyetler önce durdurulmuş, sonra tüm partiler feshedilmiş, MGK tarafından atanan üyelerden oluşan ve sadece istişari bir kurul olan Danışma Meclisinin hazırladığı tasarıya son şeklini MGK vermiştir. Buna rağmen Anayasanın başlangıcında DM ve MGK, "Türk milletinin meşru temsilcileri" olarak gösterilebilmişlerdir. Anayasa tasarısının tartışılması kısıtlanmış, halkın vereceği reyi yönlendirici telkinler ise tamamen yasaklanmıştır. Bu yetmemiş; "anayasanın geçici maddeleri ile Devlet Başkanının radyo-televizyonda ve yurt gezilerinde yapacağı Anayasayı tanıtma konuşmalarının hiçbir surette eleştirilemeyeceği ve bunlara karşı yazılı ve sözlü herhangi bir beyanda bulunulamayacağı hükümleri dayatılmıştır. Anayasanın oylanması da "Demokrasiye dönmek isteniyorsa, anayasaya olumlu oy vermek gerekir" mesajları ve birçok büyük baskılar altında gerçekleştirilmiştir.
Öte yandan Anayasa metni hazırlanırken gerek 1961 Anayasası, gerekse AİHS, biçimsel olarak ve özleri değiştirilerek kullanılmıştır. Bu iki metnin hak ve özgürlük tanıyan paragrafları aktarılmış, ama bunlara eklenen sonraki paragraflarla bir önce verilenler, fazlasıyla geri alınmıştır. Hak ve özgürlüklerin tümü ise, başlangıç maddelerindeki genel hükümlerle, toptan sınırlanmıştır.
1982 Anayasası hazırlanırken, birey ve topluluklardan gelebilecek tehlikeler gözününde bulundurulmuş, tüm normal demokratik kullanımlar en aşırı ölçülerde kısılmış, ancak Türkiye'nin imzaladığı uluslararası metinlerle taraf devlet olarak bağlandığı yükümlülükler yok sayılmıştır. 1961'deki "İnsan haklarına dayanan" devlet gitmiş, yerine "toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı" için var olan ve bu çerçeve içinde "insan haklarına saygılı" bir devlet gelmiştir. Bu anayasaya göre hiçbir kişi ve kuruluş, bu anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı gibi, kişi ancak bu Anayasa'daki temel hak ve hürriyetlerden yararlanarak maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahlip kılınmıştır. Böylece insan hakları ve demokrasi kavramları millileştirilmiş, hak ve özgürlükler, devlet ve otoriteye tabi kılınarak ikinci sıraya alınmıştır. Yani üstünlük, evrensel ilkeler ya da hukuk yerine bu anayasaya ve yasalara verilmiştir. Bir örnek olarak şunu vermek mümkündür:
Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden yararlanabilme hak ve yetkisi, "milli kültür" çerçevesi içinde kalması koşuluyla mümkündür. (Par.8), vb. Görüldüğü gibi anayasal buyruklar milliyetçi-toplumcu ve şoven karakterdedir. Nitekim Danışma Meclisi Anayasa Komisyonu Başkan Vekili Kemal Dal da şunu söylemektedir: "1961 Anayasası hümanisttir, Türk'ü ihmal etmiştir. 1982 Anayasası Türk'ü ele almış, hümanizmi bir kenara itmiştir". İşte temel hak ve özgürlük taleplerinin hukuk düzlemindeki en büyük engeli, 1924 Anayasasından bile daha geride olan ve insan hakları ihlallerinin dayanağı durumundaki 1982 Anayasasıdır.
Düşünce Özgürlüğü 1982 Anayasası sisteminde, "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğününü, milli egemenliğini, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amacı ile "(md.13/1) ve bunlara ek olarak "suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırları olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret ve haklarının , özel ve aile hayatlarının, yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir." (Md.26/2). 1961 Anayasası döneminde "düşünce suçları"nı Anayasaya uygun bulan Anayasa Mahkemesinin bile sınırsız saydığı bilim ve sanat özgürlüğü de 13. Madde hükümleriyle sınırlanabileceği gibi, "Devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti" (md.3) ile ilgili hükümlerin" değiştirilmesini sağlamak amacıyla kullanılamaz. (Md.27/2)
Oysa kişi-devlet ilişkileri açısından anayasaların asıl işlevi, hak ve özgürlükleri güvence altına almaktır. 1982 Anayasası ise, bir anayasa olmaktan çok, anayasa yargısından kurtarılmış bir ceza kanunu durumundadır.
Peki "yasa" kavramı ya da yasalar açısından Türkiye'de durum nedir?
Türkiye'de yasa da, özgürlüğün ve hukuk devleti ilkesinin güvencesi olmaktan çok, bunları kısan ve tehdit eden bir unsur olarak görünmektedir. Yasalar, metinlerindeki belirsizlikler ve boşluklarla insan hakları ihlallerinin kaynağını oluşturmaktadır. 1980 sonrası Türkiye yasaları , terör olaylarından ötürü tüm toplumu cezalandırmakta ve tüm hak ve özgürlükleri kısıtlamaktadır. Tepki, yalnız terör olaylarına ve faaillerine değil, insan haklarının tümüne yönelmiştir. Ülkemizde yaşanan insan hakları ihlallerinin önemli bir bölümü, doğrudan doğruya yasalardan kaynaklanmaktadır. Uygulamalar ise, zaman zaman yasalara daha bir olumsuz işlevler kazandırmaktadır. Birçok hakkın kullanımı, yasal zorunluluk olmadığı halde, yönetimin oluşturduğu fiili durumlarla izne bağlı hale gelmiştir.
Örneğin, dernek kurma hakkı, yasada bile izne bağlı değilken, birtakım derneklerin kuruluş aşamasında Valiliklerce çıkartılan sistemli güçlükler ve engellemeler, "fiili bir izin" sistemine yol açmıştır. Basın sansüre bağlı değilken, "dağıtımın durdurulması" ya da sürekli toplatma şeklindeki uygulamalar, "fiili bir sansür rejimi"ni doğurmuştur. "Düşünce suçları" konusunda mahkeme içtihatlarının izlediği otoriter seyir, bunlarla ilgili maddeleri bile aşan sonuçlar vermiştir. TCK.141, 142 ve 163. Maddelere "düşünce suçu" işlevi kazandıran, sadece bunlarda "cebir" veya "şiddet" unsurunun açıkca yeralmaması değildir; bazı yargıçların dargörüşlülüğünün ve özellikle Yargıtay'ın da bunda payı vardır.
Öte yandan Yasa-Özgürlük ilişkisi de Türkiye'de tersine dönmüştür. Hukuk usullündeki "Beraet-i Zimmet asıldır", ya da "Yasalarla yasaklanmayan serbesttir" veya "Kural Özgürlüktür, sınırlama ise istisnadır" kuralları tersine işletilmiştir. Bu bakımdan, hukukçularımızn yasa kavramını sorgulamaları, bu hukuk normunun bizde uğradığı anlam ve fonksiyon bozukluğunu tesbit etmeleri ve toplum olarak bunları gidermemiz zorunlu bir görev haline gelmiştir.
Böylesine bir anayasal ve yasal düzende Düşünce özgürlüğü de kuşkusuz kısıtlanacaktır.
Düşünce özgürlüğü, her zaman insan hakları sorununun odak noktalarından birini olşuturmaktadır. Düşünce özgürlüğü, insanın özgürce haber, bilgi ve düşüncelere ulaşabilmesi, sahip olduğu düşünce ve kanaatlerinden ötürü kınanmaması ve tüm bunları çeşitli yollardan, ister tek başına, ister başkalarıyla birlikte serbestçe açıklayabilmesi, başkalarına aktarabilmesi ve yayabilmesi gibi önemli alanları kapsamaktadır.
Tarih boyunca tüm egemen güçler, düşünce özgürlüğüne birtakım sınırlamalar getirmişlerdir. Çoğulcu-özgürlükçü demokrasilerde suç sayılan ifadeler; faşist, ırkçı, ayrımcı, savaşı kışkırtıcı propaganda ile şiddete ve suç işlemeye tahrik eylemleridir. Hakaret, sövme, iftira vb. gibi zaten düşünce özgürlüğüne yabancı unsurlar ile, çocukların ve gençlerin ahlakını bozucu yayınlar ve bunlarla ilgili yaptırımlar, "düşünce suçu" kavramına girmemektedir.
Ama Türkiye'de ise, hiçbir yerde yayınlanmamış ve sadece müsveddesi ele geçirilmiş bir mektuptan ötürü 10 yıl ağır hapis ve 5 yıl da sürgün cezasına çarptırılmış ve hükmü kesinleşmiş aydınlar var.
Bir bütün olarak TCK.142 uygulaması, yalnız komünizm propagandası ya da övgüsünün değil, bunun yanısıra düzene ilişkin eleştirilerin de cezalandırıldığını ortaya koymuştur. Inandığını topluma açıklamayı propaganda ya da övme suçu sayan Yargıtay kararaları bulunmaktadır. Yargıtay, düşünce suçlarının işlenmiş sayılması için "aleniyet" şartını aramamakta, düşüncenin başkalarına aşılanmak istenmesini yeterli görmektedir.
Anayasa Mahkemesi, eski TCK 163/4 hükmünü Anayasaya uygun bulurken, laikliğe aykırı düşüncelerin açıklanması özgürlüğünün olamayacağını belirtmiş, buradaki hükmün bu tür düşünceleri cezalandırdığı ve bunun da anayasaya aykırı olmadığı sonucuna ulaşmıştır.
Hülasa; düşüncelerini yaymaktan ötürü ceza soruşturmasına uğramak, sonu takipsizlik ya da aklanmayla bitse bile, düşünce özgürlüğünü kullanmanın nasıl bir risk ve cesaret işi olduğunun kanıtıdır.
TCK'nın 141, 142 ve 163. Maddelerinin kaldırılmış olmasına rağmen hala cezaevlerinde sayısı 150'ye yaklaşan aydın, bilimadamı, gazeteci-yazar, sendikacı ve politikacının varlığı, Türkiye'deki düşünce özgürlüğü düzeyini yeterinci ortaya koymaktadır. Kaldı ki Türkiye'de düşünce özgürlüğünün düzeyi, düşünce suçlarına bile indirgenemeyecek kadar geridir, düşüktür.
Türkiye'de insanlar kanaat özgürlüğünden de yoksundurlar. Düşünce suçlarıyla ilgili davalarda "kasıt" unsurunun araştırılması bahanesiyle sanığın iç dünyasına kadar uzanılmakta ve bundan sanık aleyhine sonuçlar çıkarılabilmektedir. Yani sistem, bırakın düşünce özgürlüğünü, düşünme özgürlüğünü bile korumamaktadır. Aynı şekilde, tüm ifade özgürlüklerinin ön koşulu olan dil özgürlüğü, özellikle kendi ana dilinde düşüncesini açıklayabilme hakkı yokedilmiştir.
Oysa düşünce özgürlüğü, entelektüel özgürlüklerin en geneli ve kucaklayıcısıdır. Basın ve haber alma özgürlüğü, bilim ve sanat özgürlüğü, bilgi edinme hakkı gibi alt kategorilerinin kısıtlanmış olması, düşünce özgürlüğüne kökünden indirilmiş ve ne yazık pek dile getirilmeyen darbelerdir.
Bu tür kısıtlamalarla, sistem, kendinin istediği gibi düşünen bir toplum meydana getirmeye çalışmaktadır. Müslüman, dinini kendi öz kaynaklarından öğrenememekte, müslüman olsun olmasın herkes sistemin zorunlu din dersleriyle sistemin belirlediği bir dini öğrenmeye mecbur bırakılmaktadır. Kürtler başta olmak üzere, tüm Türk olmayan unsurlar, kendi dillerini kullanamamakta, kültürlerini geliştirememekte ve Türk olmaya zorlanmaktadırlar. Güneydoğuda yaşanan olaylar, herkesten saklanmaktadır. Çünkü basın, İlk Olağanüstü Hal Bölge Valisinin istekleri doğrultusunda, bölgedeki tüm gelişmeleri, "milli takımın maçını izleyen bir spor yazarının gözüyle izleyip yazmaktadır." Bunun dışına çıkma cüretini gösterenler ise öldürülmekte, bombalanmakta, meslektaşları tarafından bile dışlanmaktadır.
Düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, herşeyden önce insan aklının ve insanın dışlanmasıdır, insan onurunun engellenmesi ve saldırıya açıkhale getirilmesidir. Düşünce özgürlüğü, insanın maddi-manevi bütünlüğünün esası denilecek kadar insanla ilgilidir.
Düşünce özgürlüğünün gereği olarak insan, düşüncesini, inancını, vicdani kanaatini, felsefi görüşünü kendi ilkeleri veşartları içinde ifade etme hakkına sahip olduğu gibi, düşüncesini açıklamama özgürlüğüne de sahipdir.
Islam'da düşünceyi açıklama bir özgürlükten öte bir aydın yükümlülüğüdür. Bilimi de, düşünceyi de özgürleştiren İslam kimseyi inanmaya zorlamadığı gibi, sadece belli şeyleri düşünmeye, ya da farklı şeyler düşünmemeye de zorlamamıştır. Kur'an düşünceye bir sınır koymamıştır. Allah'ı kabul etmeyen ya da ona ortak koşanlara yasak koymaya ve baskı kurma yerine onları özgürce düşünmeye çağırmayı tercih etmiştir. Bu yüzdendir ki İslam Hukukunda düşünce suçu diye bir kavram yoktur. "İnsanı (Allah) yaratıp ona anlatmayı da öğretti" (Kur'an-ı Kerim 55/3-4) ayeti, aynı zamanda Allah'ın insana kazandırdığı düşünceyi açıklama yeteneğinin hiç kimse tarafından kısıtlanamayacağını, düşünceyi açıklamanın sınırlandırılamayacağını ortaya koymaktadır. Islam toplumlarında İslamdışı düşüncelerin üretilmesi ve açıklanmasında da herhangi bir sınırlama yoktur. İslam'ın muhaliflerine tanıdığı düşünce özgürlüğünü hiçbir düzen ya da siyasal sistem tanımamıştır. Farklı düşüncelerin açıklanmasını, yöneticilerin eleştirilmesini serbest bırakmaktan da öte, bir vecibe haline getirmiştir.
Günümüz müslümanları için bağlayıcılığı olan ilk dönemin özgürlük uygulamalarını, daha sonraki dönemlerde aynen göremediğimizi belirtmeliyiz. Ancak İslam Dünyası ile Batıda insan hak ve özgürlüklerinin gelişim seyrini aynı olmadığını da söylemek gerekir.
Sonuç olarak Türkiye'de düşünce özgürlüğünü devletin kısıtlaması yanında, toplum içindeki hoşgörüsüzlüğe ve çifte standarda yer yoktur. Çünkü tüm insanlar, bu anlamda bir tarağın dişleri gibi eşittirler. Bu bakımdan toplumun genel olarak insan haklarından, özel olarak da düşünce özgürlüğünden yana eğitimi, ele alınması ve yerine getirilmesi gereken yükümlülüğümüz olmalıdır.
Biz insan hakları savunucuları açısından düşünce özgürlüğünün önemi daha büyüktür. Çünkü insan haklarının temelini yaşama hakkı oluşturmakta ise de, insan hakları mücadelesinin temelini, düşünce özgürlüğü oluşturmaktadır. İnsan hakları bilincinin geliştirilmesi, düşünce özgürlüğü ile doğrudan bağlantılıdır. Düşünce özgürlüğünün kısıtlandığı toplumlarda, insan hakları mücadelesinin gelişmesi mümkün değildir. Bu nedenle tarih boyunca, tüm yasakçı ve baskıcı yönetimler, öncelikle düşünce özgürlüğünü sınırlamışlardır.
Homojen bir toplum oluşturmak amacıyla, ülkemizde de ne yazık ki yıllardan beri düşünce özgürlüğü kısıtlanmaktadır. Yüzlerce yasa maddesi, özgür düşünen ve düşüncelerini açıklayan bireylerin önünde engel oluşturmakta ve yargılanmalarına ve cezalandırılmalarına yol açmaktadır.
CEZALAR, SANSÜRLER, TAKİPLER, SINIRLAMALAR BİRBİRİNİ İZLİYOR
Sadece Mayıs ayı içinde Gazeteci Oral Çalışlar, Yayıncı-Yazar Muzaffer İlhan Erdost, Hasan Celal Güzel, "Bir Hak Düşmanı" oyununun yazarı ve oyuncuları, Değişim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Recep İhsan Eliaçık, Yalçın Küçük, Yeni Evrensel Gazetesi yazarlarından Gülsüm Cengiz, İzmir Çeşme'de yayınlanan yerel bir gazetenin sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Aydın Korkmaz hakkında çeşitli hapis ve para cezaları verilmiş ve bunların bir kısmı onanmıştır. Aynı şekilde onlarca aydın, gazeteci, bilimadamı ve politikacı da, istenmeyen düşüncelerini açıkladıklarından ötürü yargılanmaktadırlar.
Gazeteci Fehmi Koru'nun bir arkadaşıyla yaptığı bir görüşme, Koru'nun cep telefonu vasıtasıyla dinlenmiş ve Koru'nun olayla ilgili olarak Kanal 7'de yaptığı "Yorum"u, hukukdışı müdahalelerle engellenmiştir. Daha önceden de Kanal 7'nin yayınları, bu yolla engellenmeye çalışılmıştır. Zaman Gazetesi yazarlarından Nuh Gönültaş ve Tamer Korkmaz'a, Sabah Gazetesinden de Cengiz Çandar'a uygulanan sansür, zaman zaman birçok gazetecinin başına gelmektedir. Medya çalışanlarına patronlar aracılığıyla uygulanan baskıların son örneğini ise, Medya Plaza entrikaları içerisinde Yeni Yüzyıl çalışanları yaşamaktadırlar.
Üzülerek belirtelim ki, ülkemizde düşünce özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, bunlardan ibaret değildir. Artık düşüncelerin içeriğine değil, kullanılan kelimelere de sınırlamalar getirilmektedir. Nitekim geçtiğimiz günlerde İçişleri Bakanlığı, kamu kurum ve kuruluşlarınca yapılan basın açıklamaları ve yayın faaliyetleri başta olmak üzere iç ve dış kamuoyuna yansıyacak tüm etkinliklerde, bazı kavramların kullanılmasını bir genelgeyle yasaklamış ve "mahzurlu" olanların yerine kullanılması istenen terimleri içeren bir listeyi TRT ve Anadolu Ajansı'na göndermiştir. Kaldı ki, birtakım gazeteler bile manşetten bu ve benzeri kelime yasakçılığı yapabilmektedirler.
BİRDAL'IN SUÇU ÖLMEMEK Mİ?
Açıkladığı düşüncelerinden ötürü yargılanan ve cezalandırılanlar arasında yer alan İHD Genel Başkanı Akın Birdal'ın durumu ise, birkaç açıdan önem taşımaktadır. Akın Birdal'a yönelik mahkumiyet kararları, sadece bir düşünce özgürlüğü sorunu olarak görülmemelidir. Akın Birdal, bir insan hakları savunucusudur ve Genel Başkanlığını yürüttüğü İHD, yıllardan beri büyük engellemelerle karşılaşmış, hedef gösterilmiştir. Tam bir yıl önce uğradığı menfur saldırıda "ölmeme suçu" işleyen Birdal, şimdi hapsedilerek susturulmak istenmektedir. Kuşkusuz Akın Birdal'ın kişisel olarak ayrıcalıklı haklar sahibi olma istemi yoktur ve o da herkes kadar düşünce özgürlüğü sahibidir. Ancak insan hakları savunucularının korunması, çalışmalarının engellenmemesi ve kolaylaştırılması amacıyla hazırlanan pekçok uluslararası belgenin altında Türkiye'nin de imzası olmasına rağmen, ülkemizde insan hakları savunucularının çalışmaları her yolla engellenmektedir. Dolayısıyla Akın Birdal'ın mahkumiyet kararı, aynı zamanda insan hakları mücadelesine yönelik olarak değerlendirilmelidir. Kaldı ki, uğradığı saldırı nedeniyle hergün tedavi görmesini gerektiren sağlık problemleri de gözardı edilerek, birkaç gün sonra cezaevi hayatına başlayacak olması, başlı başına bir skandaldır.
İNSAN HAKLARI HEM HUKUKİ, HEM DE AHLAKİ BİR DEĞERDİR
Son zamanlarda arka arkaya düşünce özgürlüğü alanında yaşanan bu gelişmeler karşısında gösterilen tepkiler de, utanç verici bir düzeydedir. Ne yazık ki -neredeyse- herkes, kendisine yakın gördüğü kişiler veya fazla ünlü isimler söz konusu olduğunda hak ve özgürlükleri hatırlamaktadır. Oysa insan hakları, sadece hukuki olarak değil, aynı zamanda ahlaki bir değer olarak da, her zaman, her yerde ve herkes için savunulmalıdır. Kuşkusuz Oral Çalışlar veya Muzaffer İlhan Erdost için gösterilen duyarlılık olumludur ve desteklenmelidir. Ancak İzmir Çeşme'deki Gazeteci Aydın Korkmaz'ın veya Kayseri'deki İhsan Eliaçık'ın daha az ünlü olmaları, onların daha az düşünce özgürlüğü sahibi oldukları anlamına gelmemektedir. Türkiye, insan haklarının güvence altına alınabilmesi için, kamuoyunda daha çok tanınan isimlerin hak ihlaline uğramasını beklemek zorunda kalmamalıdır.
İnsan haklarının geliştirilmesi ve korunmasında basın organlarına çok büyük görev düşmektedir. Nitekim hak ve özgürlüklerimizi kısıtlayanlar da, önemli ölçüde medyadan yararlanmaktadırlar. Hak kısıtlamaları karşısında medyanın tavrı, ne yazık ki insanı utandırmaktadır. Çünkü insan hak ve özgürlüklerini savunan kimseler, medya aracılığıyla "gerici", "bölücü", "işbirlikçi" ve "sözde demokrat" yaftalarıyla linç edilmek istenmektedir.
Hakkında açılan tüm davalardan birer birer beraat eden Hasan Celal Güzel'in, Kayseri'de yaptığı bir konuşmadan ötürü Ankara 1 Nolu DGM'de TCK'nun 312.maddesinden mahkum edilmesinin de birkaç açıdan özel bir önemi bulunmaktadır. Çünkü düşünce özgürlüğüne yönelik kısıtlamaların, bugüne kadar, bazı çevrelerce daha çok "iç düşman" olarak tanımlanan muhalif kesimlere uygulandığı bilinmektedir. Hasan Celal Güzel'in ise, böyle bir kategori içerisine sokulması mümkün değildir.
CEZA ADALETİ VE AF
Bazı araştırmacılara göre Türkiye, dünyanın en çok af yasası çıkaran ülkesi... Aslında af, siyasetin hukuka müdahalesidir ve anayasal ve yasal mevzuatın evrensel hukuk ilkelerine ve insan hakları standartlarına uygun olduğu, yansız ve bağımsız yargı organlarında adil yargılanmadan herkesin eşit olarak yararlanabildiği bir toplumda, teorik olarak affa karşı çıkılması gerekir. Türkiye'de anayasal ve yasal mevzuat, insan haklarını güvence altına almaktan uzak olması, uygulamada bunları da aşan hukuksuzlukların pervasızca çiğnenebilmesi, yargının bağımsız olmadığını en üst düzey yargı görevlilerinin bile sık sık dile getirmesi ve genel olarak yargının sayısız sorunla kuşatılmış olması yüzünden af tartışmaları sık sık gündeme gelmektedir. Ancak af önerileri, genellikle seçim zamanlarında ve hiçbir hazırlık yapılmadan kamuoyu gündemine getirilmektedir. Bu öneriler, doğal olarak, cezaevlerindeki onbinlerce insanı ve onların yakınlarını heyecanlandırmaktadır, umutlandırmaktadır.
Hemen belirtelim ki, af konusunun bu şekilde gündeme getirilmesine hiç kimsenin hakkı yoktur. Çünkü af konusu, gündeme getirildikten sonra mutlaka sonuçlandırılmalıdır. Aksi takdirde ciddi toplumsal çalkalantılara ve ruhsal çöküntülere yol açmaktadır. Bu nedenle tüm siyasal partilerin, sivil toplum örgütlerinin ve basının destek vererek bu sorunun çözümlenmesine katkı sağlaması, kaçınılmaz bir görevdir.
MAZLUMDER, 1996 yılında, cezaevlerindeki açlık grevlerinin yoğun bir şekilde sürdüğü günlerde, "ayrımsız bir genel af" çağrısında bulunmuştur; bu çağrısını bugün de yinelemektedir. Çünkü toplumsal düzen, mevcut hukuk ve yargı düzeni, sürekli olarak suç ve suçlu üretmektedir. Cezaevlerinin, yeniden tanımlanması ve düzenlenmesi gerekmektedir. Ülkemizde gözaltı ve tutuklama, bir önlem olmaktan çıkmış, bir cezalandırma yöntemi olarak uygulanmaktadır. Yargının bağımsız olmadığı, en üst düzey yargı yetkilileri tarafından sıkça dile getirilmektedir. Adil yargılanma hakkının kullanılamadığı yolunda ulusal ve uluslararası kamuoyunda ciddi tartışmalar yapılmaktadır. AİHM'nde ülkemiz, ardarda mahkumiyetler almaktadır. Böyle bir ortamda, bırakınız tutukluları, haklarındaki hüküm kesinleşmiş olan hükümlülerin bile kesin suçlu olduklarını gönül rahatlığıyla ileri süremezsiniz.
"İşkenceye maruz kalan sanık, kendisine, doğruyu söyletmek amacıyla zor uygulandığını bilmektedir; bu yüzden ifadesi geçerlidir:" şeklinde görüş bildirebilen hakimlerin bulunduğu bir ülkede, çok önemli hukuki ve adli sorunlarımızın bulunduğu ortadadır. Tüm bu sorunların çözümlenebilmesi için kuşkusuz bir genel affa ihtiyaç vardır.
Ne var ki, af konusunun pek çok açıdan irdelenmesi zorunludur. Çünkü ülkemizdeki tutuklu ve hükümlülerin affedilmeleri ile ilgili olarak bazı soruların sorulması gerekmektedir. Devlet bazı tutuklu ve hükümlüleri hangi hak ve yetkiyle affedecektir? Devlet, bazı tutuklu ve hükümlüleri, hangi yüzle affedecektir; affetmekten söz edecektir?
Her devletin, kendisine karşı suç işlemiş olanları affetmesinden söz edilebilir. Ancak başka kişilere karşı suç işlemiş olanların affedilmesi halinde, bu suçlarla hakları gasbedilen ve mağdur edilen kişilerin veya yakınlarının hakları nasıl korunacaktır? Devlete karşı değil de, başka kişilere karşı birtakım suçlar işlemiş olanları affetmeye devletlerin hakları var mıdır? Bu ve benzeri soruların tartışılması ve cevaplandırılması gerekmektedir. Oysa gündeme getirilen tasarılarda ise, başkalarına karşı suç işleyenlerin affedilmesi öngörülürken, devlete karşı suç işlemiş olmakla suçlanan ve bu yüzden yargılananlar, kapsam dışında bırakılmak istenmektedir. Bu tür bir yaklaşım, ancak toplumun adalet vicdanını yaralar ve toplumsal gerilimlere ve çatışmalara yol açar.
Kuşkusuz bağışlamak, erdemli ve onurlu bir davranıştır fakat, bağışlama hak ve yetkisine sahip olanlardan beklenmelidir. MAZLUMDER olarak biz; bağışlamanın, toplumsal dokunun güçlenmesine, erdemli bir toplumun oluşturulmasına katkı sağlayacağına inanıyoruz. Ancak bir af yasa tasarısı hazırlanırken iyi düşünülmelidir. Aksi halde çıkarılacak herhangi bir af yasası, sorunlarımızı çözümlemeyecektir. Bu bakımdan bireylere karşı işlenmiş suçların tutuklu ve hükümlülerinin affında, "mağdurların onaylarının alınması ve tarafların bir tür barıştırılması" gözardı edilmemelidir.
Kaldı ki, tek başına af yasası çıkarılmasının, ceza siyaseti ve toplumda adaletin tesisi ve suçların önlenmesi açısından uygun olmadığı, pek çok hukuk otoritesi tarafından ileri sürülürken, cezaevlerinin boşaltılması veya tasarruf sağlanması gibi gerekçelerle af yasası çıkarılması, son derece yanlıştır ve tehlikelidir. Suç ve suçlu üreten toplumsal düzen, hukuki mevzuat ve yargı düzeni ile cezaevlerinin yapısı düzeltilmeden, sadece cezaevlerinin boşaltılması sonuç vermeyecek ve cezaevleri birkaç yıl içerisinde yine dolacaktır. Bu nedenle, yetkililer, ilgililer ve sorumlular, bu alanda birşeyler yapmak istiyorlarsa, şu anda affetmeyi düşündükleri insanların cezaevlerine doldurulmasına yol açan sistemi sorgulamalı ve insan haklarını güvence altına almaktan uzak yasal hükümleri öncelikle ortadan kaldırmalıdırlar.
Türkiye'nin bir toplumsal uzlaşma ve barışa olan ihtiyacını herkes kabul etmektedir. Hükümet, salt cezaevlerini boşaltmak düşüncesiyle bir af yasası ile uğraşmak yerine, toplumsal uzlaşma ve barış ihtiyacımızı giderecek bir paket hazırlamalı ve düşünce özgürlüğü, din özgürlüğü, basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, öğrenim özgürlüğü ile siyasal ve kültürel haklar başta olmak üzere insan haklarını kısıtlayan, sınırlayan tüm anayasal ve yasal hükümleri, insan haklarına dayalı bir biçimde yeniden düzenlemelidir. Aynı şekilde cezaevlerini insanca yaşanabilir mekanlar haline getirmelidir. CMUK, Ceza İnfaz Yasası ve Türk Ceza Yasası başta olmak üzere ceza hukuku mevzuatını yeniden gözden geçirmeli; yargıdaki ayrımcılığa son vermeli, adil yargılanma ve eşitlik hakkını tam gerçekleştirecek düzenlemeleri yapmalıdır. Yargıyı kuşatan yargı bağımsızlığı, yargıç güvencesi, yargıdaki çok başlılık, yargı sürecinin fazlasıyla uzaması ve dolayısıyla adaletin tecelli etmemesi gibi sorunları öncelikle çözümlemelidir. Bunlar sağlandığı takdirde, cezaevleri zaten büyük ölçüde boşalacaktır.
Öte yandan cezaevlerinde bulunan ya da yargılanan insanlar arasında, düşünce mahkumları var. İtirafçılık uygulamasının kurbanı olarak, yardım ve yataklıktan yargılanan onbinlerce insan var. Kendilerini affetmekten söz edemeyeceğimiz, belki bizleri affetmelerini dilememiz gereken düşünce mahkumları başta olmak üzere yüzlerce insan var. Bu ayıptan kurtulmak, çok boyutlu ve kalıcı çözümler bulmaktan geçmektedir.
Bu nedenlerle biz, aftan daha çok; ekonomi, eğitim, sağlık, kültür, hukuk, yargı ve benzeri boyutlarıyla tüm sistemin tartışılması gerektiğine inanıyoruz. Hiçkimsenin, cezaevlerinde zaten pekçok hakları kısıtlanan onbinlerce insanın; tüm sorunlarına ilaveten, böyle uluorta af tartışmaları yapılarak işkenceye tabi tutulmasına hakkı olmadığını düşünüyoruz. Başlatılan bu işkence sürecinin, ülkemizde adaletin, hukukun ve insan haklarının egemen olması sürecine katkıyla sonuçlanmasını diliyorum.
İnsan haklarını korumada en önemli ve etkili mekanizma, yargı organlarıdır. Ne var ki, Türkiye'nin hukuk ve yargı düzeninin, insan hakları açısından büyük sorunları bulunmaktadır. Yargı yolu çeşitliliği, yargı ve yargıç bağımsızlığı ve güvencesi, DGM'lerin varlığı ve kadro yapısı, idarenin bazı eylem ve işlemlerinin yargı denetimi dışında tutulması, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun yapısı, yargının gerekli ekonomik ve teknik alt yapıya kavuşturulmaması ve yargı sürecinin çok uzun sürmesi gibi sorunlar, yargıyı kuşatmış bulunmaktadır. Tüm bu sorunların yanısıra, yargı görevlilerinin, birtakım brifinglerle ve medya aracılığıyla baskı altına alınmak ve yönlendirilmek istenmesi, toplumun yargıya güvenini zedelemekte ve "hukukun üstünlüğü" ve "hukuk devleti" ilkesi derin yaralar almaktadır.
Anayasa ve yasaların tek varlık nedeni, insan hak ve özgürlüklerini güvence altına almak ve "adalet"i herkes için tesis etmektir. Devletler ve yargı kararları, meşruiyetlerini buradan alırlar. Adaletin ve hukukun üstünlüğünü sağlamanın en önemli temel ilkesi ise "eşitlik"tir. Yani, yargı önünde, kanun önünde herkesin eşit olması; "adil yargılanma hakkı"ndan herkesin eşit bir biçimde yararlanabilmesidir.
Yargıyı kuşatan sorunlar sarmalı, yıllardan beri sıklıkla dile getirilmektedir; yargının bağımsız olmadığı, en üst düzey yargı görevlileri tarafından da söylenmektedir ve yargı kararları, ne yazık ki her geçen gün daha çok tartışılmaktadır.
Hukuk ve insan hakları çevreleri, yine yıllardır; 1982 Anayasasının ve genel olarak hukuk mevzuatının, insan haklarına aykırı pekçok hükmü içerdiğini ve bunların giderilmesi gerektiğini ifade etmektedirler. Bunlar yapılmadıkça Türkiye'nin, gerçekten hukukun üstünlüğünü sağlamış bir ülke olamayacağı açıktır. Son yıllarda ise bu düşüncelerin artık bir geçerliliği kalmamış; insanlar, hukukun üstünlüğü ilkesine sahip çıkmak şöyle dursun, hukuk devletinden de vazgeçmiş ve artık kanun devletini aramaya başlamışlardır. Son yıllardaki çeşitli uygulamaların ve birtakım yargı kararlarının, mevcut yasalara bile ters düştüğünü; yasaların subjektif ve zorlama yorumlanmasıyla bazı dosyaların hükme bağlandığını, pekçok hukukçu ifade etmek zorunda kalmıştır.
Oysa yargı organları, insan haklarını korumada en önemli ve etkili mekanizmalardır ve "Adalet, mülkün temelidir." özdeyişinin de ortaya koyduğu gibi, yönetimlerin egemenliğinin yegane teminatı; yargının adaleti, yargı kararlarına duyulan güven ve yargı kararlarının hukukiliği ve kamu vicdanıyla örtüşmesidir.
İnsanların tek sığınağının hukuk ve yargı olması gerekirken, ülkemizde yargı kararları ile kamu vicdanı arasındaki mesafe her geçen gün açılmaktadır. Bunun tek nedeni de, herhalde yargı görevlilerinin hukuk nosyonu bakımından eskiye nazaran daha kötü durumda olmaları değildir. Ancak birtakım mahkeme kararları, yargı organlarının insan hak ve özgürlüklerini güvence altına almak yerine, ihlallere aracılık eder bir duruma geldiğini herkese düşündürtmeye başlamıştır. Bu düşünce içerisine girilmiş olması; bir ülkenin, bir toplumun geleceği açısından başlıbaşına bir felakettir.
Bazılarının yararlanmasını önlemek için kişiye özel yasal düzenlemelerin düşünülebilmesi, hukuk düzeyimizi ortaya koymaktadır. Genel olarak insan hakları ihlallerinde, özel olarak da Türkiye'nin siyasal düzeninin yeniden yapılanmasında ve bazı siyasi aktörlerin safdışı edilmesinde, bir yasa maddesi pervasızca bir silah gibi kullanılabilmektedir. Ülkemizde anayasa ve yasalar, insan hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınması yerine, insanların terbiye edilmesi, denetim altında tutulması ve cezalandırılması amacıyla vaz'edilmektedir. Doğal olarak yargıya yüklenen ve yargıdan beklenen de, bu doğrultuda işlev görmesidir. Bu yüzdendir ki, insan haklarına aykırılığı çok açık olan bazı yasa maddelerinin kaldırılmasına, Cumhurbaşkanının ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın "Bunu da kaldırırsanız, ....ları cezalandırabileceğimiz hiçbir şey elimizde kalmaz." diyerek karşı çıkmalarına hiçkimseden ciddi bir itiraz gelmemiştir. Bu yaklaşımların, hukuk çevrelerinde de kabul görmesi, daha da üzüntü ve endişe vericidir.
Yargı görevlileri, herkesin hakkını tam teslim etmek ve dolayısıyla adaleti tecelli ettirmek gibi kutsal bir görevi yerine getirmekten ziyade, devletin çıkarlarını korumakla görevli olduklarını düşünmektedirler. Çünkü kendilerini, devletten ve bireylerden tamamen bağımsız olarak ve onlar arasında hüküm vermesi gereken "hakimler" olarak görmemekte, görememektedirler. Aksine; gerek aldıkları hukuk eğitimi, gerekse içerisine düşürüldükleri şartlar yüzünden, -kararlarda millet adına diye yazılıyorsa da- aslında kendilerini, devlet adına insanları yargılayan ve cezalandıran devlet memurları/"yargıçlar" olarak görmektedirler.
Şu günlerde gündemin ilk sırasını işgal eden İmralı'da görülmekte olan davanın sanığı için her ne kadar sık sık "otuzbin kişinin katili" suçlamaları yapılıyorsa da, davanın insanlığa karşı işlenmiş suçlar temelinde değil de, devlete karşı işlenen suçlar temelinde açılmış olması, yine bu hukuk anlayışının bir yansımasıdır. Bu hukuk anlayışı -istisnalar kaideyi bozmaz-, tüm hukukçularımızın zihninde maalesef kökleşmiş bulunmaktadır. Bu nedenle, aracını yanlış yere park eden Savcı'yı uyaran Trafik Polisi ya da İlçe Seçim Kurulu Başkanı olan Yargıç'a soru sorma cüreti gösteren Öğretmen, hemen tutuklanabilmektedir.
Hukuk Mahkemelerinde bile bir kamu kuruluşunun vekili olan avukat ile bireyin vekili olan avukata aynı yakınlığın gösterilmediği ya da bu iki avukatın aynı rahatlıkla görevlerini sürdüremedikleri bilinmektedir. Savcıların Avukatlarla eşit görülmesinin, zaten bizim hukuk ve yargı anlayışımızda yeri yoktur. DGM'lerin kapsamındaki davalarda ise sanık avukatları, suçlunun adeta suç ortağı olarak görülmektedirler. Ve yine bu kökleşmiş anlayış ve uygulama yüzünden Mahkeme Başkanları, suçun niteliğine, sanık ve mağdurların kimliğine bakmaksızın, kendilerini hepsinin ortasında hissedememekte ve bireyin haklarını korumak ve adaleti tecelli ettirmekten çok, kendilerini veya ülkeyi sıkıntıya sokmamayı, yani devletin çıkarlarını düşünmek zorunda kalmaktadırlar.
Hukukun üstünlüğünü sağlayabilmenin yolu, galiba Hukuk Fakülteleri'ndeki öğretimin yeniden ele alınmasından ve köklü bir reformun gerçekleştirilmesinden geçiyor. Yoksa bundan böyle, hak ihlallerinde ve hukukun çiğnenmesinde yargı mensuplarının payı artacağa benziyor. İçinden geçtiğimiz süreçte yargı mekanizmasının bir tür siyasi intikam ve cezalandırma aracı olarak kullanıldığına, insan hakları ihlallerine aracılık eder hale geldiğine ilişkin eleştiriler, ne yazık ki, gittikçe daha çok dile getirilmektedir.