İÇ VE DIŞ DİNAMİKLER KISKACINDA TÜRKİYENİN İNSAN HAKLARI SORUNU

Ankara, 15 Aralık 2003

İÇ VE DIŞ DİNAMİKLER KISKACINDA

TÜRKİYE'NİN İNSAN HAKLARI SORUNU

Türkiye'de insan haklarının geliştirilmesi ve korunması için herkese birtakım görevler düşmekte ise de, en önemli sorumluluğu, kuşkusuz siyasi irade taşımaktadır.

Son yıllarda ülkemizde insan haklarının tanınma ve korunma düzeyi, Avrupa Birliği ile ilişkiler bağlamında sürekli ele alınmakta ve tartışılmaktadır. Özellikle Kopenhag Siyasi Kriterleri'nde somutlaşan talepler, Türkiye'nin üyelik için yapması gereken düzenlemelerin insan hakları alanındaki çerçevesini çizmektedir. Geriye doğru baktığımızda, Tanzimat döneminden bu yana Batılı ülkelerin bizden siyasi, hukuki ve iktisadi alanlarda bazı değişiklikler yapmamızı istediklerini, bu değişiklikleri kimi zaman ön şart haline getirdiklerini görebiliyoruz. Yaklaşık iki yüz yıldır bu taleplere verilen cevap ise, genellikle, Batılı ülkelerle kurulacak askeri, siyasi ve ekonomik ilişkileri bozmayacak ölçüde, deyim yerindeyse, görüntüyü ve günü kurtaracak değişiklikler yapmak şeklinde olmuştur. Kuşkusuz bu taleplerin arka planında çoğu kez Batılı ülkelerin siyasi ve ekonomik çıkarları bulunmakta ise de Batılı ülkelerin ya da uluslararası toplumun istediği her değişikliği bir kötü niyetin ifadesi olarak değerlendirmek yanlıştır.

Uluslararası alanda bazı ülkelerin birbirlerinin sorunlarını kaşıyarak diğer ülkeleri zor duruma sokmaya çalıştıkları doğrudur; ancak hiçbir ülkenin gücü, diğer bir ülkede hiç mevcut olmayan bir sorunu yoktan var etmeye yetmez. Bu gidişi değiştirmek, birilerinin kaşıyacağı veya kanatacağı bir yara bırakmamak bizim elimizdedir.

Bugün ülkemizde yaşanan en temel insan hakları sorunları siyasidir ve devletin örgütlenme biçiminden, sahip olduğu resmi ideolojiden ve bu ideoloji doğrultusunda toplumu dönüştürme ve homojenleştirme çabasından kaynaklanmaktadır. Türkiye bir yandan Kopenhag Kriterlerine uyum sağlama yönünde adımlar atmak için uğraşırken, diğer yandan ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı uygulamaları sürdürmekte, Kürt Sorununa barışçıl çözüm önerilerini dışlayıcı tutumunu korumakta, azınlık hakları konusunda ihlalleri devam ettirmekte ve son olarak din ve vicdan özgürlüğünü yoğun bir biçimde ihlal etmektedir. Sonuç olarak Türkiye, bu ve benzeri sorunların çözümünde, iç dinamiklerden daha çok dış dinamiklerin etkisiyle hareket etme politikasını bugüne kadar değiştirmemiştir.

Ülkemizde insan haklarının güvence altına alınmış olduğu bir hukuk devletine ulaşmak için öncelikle mevcut devlet aygıtının; işlevleri ve sınırları iyi belirlenmiş, ideolojik tercihten arındırılmış ve evrensel hukuk ilkelerine bağlı araçsal bir yapıya dönüştürülmesi gerekmektedir. Toplumu tüm çeşitliliğiyle tanıyan, herkesin ve her kesimin katılımı ve katkısıyla hazırlanacak, temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan sivil bir anayasa, bu yapısal dönüşümün belgesi olmalıdır. Bu sürece, toplumun devlet için değil, devletin toplum için varolduğunu düşünen, despotizme zemin hazırlayan iç düşman paranoyasını reddeden ve barış içinde bir arada yaşamanın temel şartının herkesin haklarını korumaktan geçtiğini öngören bir zihniyet değişimi eşlik etmelidir.

Bunun için de öncelikle, demokratikleşme ve özgürleşme taleplerinin hukuk düzlemindeki en büyük engelini oluşturan 1982 Anayasasından ve onun demokrasi, laiklik, hukuk devleti ve insan hakları kavramlarına ilişkin "bize özgü" tanımlarından kurtulmak gerekmektedir. Anayasanın insan hakları açısından ıslahının işe yaraması için, yürürlükteki kanun ve kanun hükmünde kararnameleri de aynı yönde değiştirmek ve bunlardan bir kısmını tamamen yürürlükten kaldırmak şarttır. Bu ve benzeri mevzuat düzenlemelerinin yanı sıra uygulamaların da insan haklarına uygun hale getirilmesi için gerekli önlemlerin alınması önemli bir zorunluluktur.

12 Eylül askeri darbesinin ürünü olan 1982 Anayasası ile insan haklarına dayalı olmaktan vazgeçip insan haklarına saygılı olmayı tercih eden ve insan haklarını bu anayasada gösterilen temel hak ve hürriyetlere indirgeyen anlayış egemenliğini sürdürdüğü müddetçe, Türkiye'nin insan hakları sorunlarının köklü çözümü mümkün gözükmemektedir. Nitekim bugüne kadar 12 Eylül yönetiminin anayasasına ve yasal düzenlemelerine yapılabilen müdahaleler, sorunlarımızın çözümlenmesine yetmemektedir.

Demokratik bir yönetimin önde gelen koşullarından biri "açıklık" ya da "saydamlık" olmasına rağmen, Türkiye'de idare, öteden beri bir kapalı kutu olagelmiştir. 1980'lerde yoğunlaşan milli güvenlik devleti anlayışı ve bunun paralelindeki uygulamalar (güvenlik soruşturmaları, fişlemeler, kişilerle ilgili bilgilerin idari mahkemeden bile saklanması vb), idarenin kapalılığını ve tek yanlılığını daha da artırmıştır. Zamanla terk edilen bu uygulamalar, son yıllarda yeniden uygulanmaya başlamıştır.

İNSAN HAKLARI SORUNLARININ YOĞUN BİÇİMDE YAŞANDIĞI BAZI ALANLAR VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

HUKUK DÜZENİ İLE İLGİLİ SORUNLAR

Anayasanın ve tüm mevzuatın taranarak, insan haklarına aykırı düzenlemelerin belirlenmesi ve giderilmesi, acil ve hayati bir ihtiyaç olarak hala önümüzde durmaktadır. Bu çalışmada özgürlükler sorunu ile devlet yetkileri sorunu birlikte ele alınmalı, bireylere ne kadar az hürriyet tanınırsa, o kadar etkili bir devlet teşkilatının kurulacağı yaklaşımının büyük bir yanılgı olduğu ortaya konulmalıdır. Çünkü bu anlayış, siyasal sistemleri; güçlü, etkili ve rasyonel işleyen bir anayasal teşkilata değil, "ceberrut devlet"e itmektedir. Oysa bir anayasal demokraside devlet, gücünü, kendini bireylere zorla kabul ettirerek değil, bireylerin onayını alarak ve toplumun ihtiyaçlarından hareket ederek oluşturabilir. Anayasal devletin otoritesi, zora değil, rızaya dayanır.

ULUSAL VE ULUSALÜSTÜ HUKUK

Türkiye'nin usulüne uygun onayladığı bildirge ve sözleşmelerin, iç hukuka yansıtılması çalışmaları hızlandırılmalıdır. Hala yasama ve yargı faaliyetlerinde, onayladığımız uluslararası belgelerin göz önünde bulundurulmalarına ihtiyaç duyulmamaktadır. Bu yüzden de yeni çıkarılan yasalarda ve yargı kararlarında yer yer insan haklarına aykırı düzenlemeler yer alabilmektedir.

ULUSLARARASI CEZA MAHKEMESİ ROMA STATÜSÜ

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Roma Statüsü, 76 ülke tarafından onaylanarak 1 Temmuz 2002 tarihi itibariyle yürürlüğe girmiş bulunmaktadır. Mahkemenin; insanlığa karşı işlenen suçlar, savaş ve soykırım suçlarında yargılama yetkisi mevcuttur. Mahkeme aynı zamanda daimi olarak çalışacak ilk uluslararası yargı mekanizması özelliği taşımaktadır. Geriye doğru yargılama yetkisi bulunmayan Mahkeme, 1 Temmuz 2002 tarihinden itibaren işlenecek suçlar için yargılamada bulunacaktır. Rütbesi ve mevkii ne olursa olsun belirtilen suçlara adı karışan herkesi yargılama yetkisi bulunan Mahkemede taraf devletler arasından seçilecek bağımsız bir savcı görev yapacaktır. Ancak UCM Roma Statüsü'nü onaylamayan ülkeler, mahkemenin yargı yetkisi kapsamı dışında olacaktır.

Uluslararası Ceza Mahkemesi, uluslararası hukukta tanımlanmış olan ağır suçları işlemeyi planlayan kişilere karşı engelleyici bir rol üstlenmektedir. Bu suçların sorumlularını mahkeme önüne çıkarmak için ulusal savcıların harekete geçirilmesi sağlanacak ve böylece kurbanlar ve yakınları için adalet ve gerçeğe ulaşma süreci başlayacaktır. Uluslararası Ceza Mahkemesinin en önemli özelliklerinden biri de "Tamamlayıcılık" ilkesidir. Buna göre, ulusal mahkemeler bu tip suçlar konusunda isteksiz davranır veya görevini ifa edemez durumda olursa, Uluslararası Ceza Mahkemesi doğrudan yargılama yetkisini kullanacaktır.

Türkiye Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsünü henüz onaylamamıştır. Bu yüzden ülkemizde yaşanabilecek insanlık suçları veya ülkemizin askeri güçlerinin dahil olacağı muhtemel bir bölgesel çatışma sonucu meydana gelecek savaş suçları gibi konularda Türkiye Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin yargılama yetkisi dışında kalacağı için işlenen suçların failleri cezasız kalabilecektir. Bu durum adaletin gerçekleşmesini güçleştireceği gibi ülkemiz vatandaşlarının Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin temel hakları koruyucu hükümlerinden yararlanmasını da engelleyebilecektir. Türkiye en kısa sürede Roma Statüsünü onaylamalıdır.

Aynı şekilde Avrupa Konseyi Azınlık Hakları Çerçeve Sözleşmesi, Avrupa Azınlık Dilleri Şartı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 12 nolu Protokolü ile BM Genel Kurulunda 9 Aralık 1975 tarihinde kabul edilen Engelli Kişilerin Hakları Bildirisi, Her Türlü Irk Ayrımcılığının Tasfiyesine İlişkin Sözleşme gibi belgeler Türkiye tarafından da kabul edilmelidir.

YARGI İLE İLGİLİ SORUNLAR

Özgürlüklerin korunmasında asıl görev yargıya düşmektedir. Yargı ile ilgili olarak ülkemizde önemli sorunlar bulunmaktadır. Yargı yolu çeşitliliği, yargıç bağımsızlığı ve güvencesi, yargının ağır iş yükü bunlardan bazılarıdır.

Yargının karşı karşıya olduğu sorunlardan biri de, 1982 Anayasası ile getirilen yargı kısıtlarıdır. Her ne kadar Anayasanın 125. maddesinde "İdarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır." şeklinde bir hüküm varsa da, Anayasanın kendisi bu genel kurallara istisnalar getirmiştir. Buna göre, Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemler (md.105), Yüksek Askeri Şura kararları (md.125), Sayıştay kararları (md. 160) ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına karşı yargı yolu kapatılmıştır. Bir hukuk devletinde, hele hele Anayasasında "idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolunu açık" tutmak isteyen bir devlette, bu tür düzenlemelere yer verilmemiş olması gerekir. Burada, bu düzenlemelerin oldukça kötüye kullanıldığını da belirtmek gerekmektedir. Yargı kısıtları nedeniyle dava tehdidi altında olmayan idare, yetkisini tam bir serbesti içinde kullanabilmektedir. Bugün için, örneğin orduyla ilişiği kesilen bir personelin, hangi nedenle ilişiğinin kesildiğini tespit etme olanağından yoksunuz. Bu, en başta yargı yoluna başvuramayan kişilerin kişisel haklarının ihlali anlamına gelmekte, ancak bunun ötesinde hukuk devletinin ağır bir darbe alması sonucunu doğurmaktadır.

Mahkemelerin bağımsızlığı, hakimlik teminatı, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, bu kurulun yapısı ve görevleri, savunma hakkı ve avukatların sorunları gibi pek çok sorun yanında, DGM'lerin varlığı, bunların uzmanlık mahkemesi olmayışları gibi hukuk devleti içinde kabul edilemeyecek problemlerle hukuk devleti büyük yaralar almaktadır. Özellikle son günlerde yaşanan başörtülü bir sanığın duruşma salonundan çıkarılması ve en üst düzey yargı görevlilerinin bu olayla ilgili yaptığı açıklamalar, yargıya duyulan güveni ciddi biçimde tartışılır hale getirmiştir.

Belirlenmiş resmi politikalar açısından uygun olmayan kararlar veren hakimler, sürgün edilme kaygısını; istenmeyen soruşturmalar açan savcılar, açığa alınma korkusunu taşıyarak görev yapmaktadırlar. Özel brifingler ya da sistemli medya yayınlarıyla yargı sürekli baskı altına alınmak istenmektedir.

Türkiye'de gözaltı ve tutuklama, bazı hallerde başvurulabilecek bir önlem olmaktan çıkmış, neredeyse bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılmaktadır. Hala gözaltına alınan kişi sayısı ile tutuklananlar arasında; tutuklananlarla mahkum edilenlerin sayısı arasında olağanüstü büyük farklılık ve oransızlık sürmektedir.

DEMOKRATİKLEŞME SORUNLARI

SİYASAL KATILIM SORUNU

Türkiye'nin ciddi bir demokratikleşme sorunu yaşadığı göz önünde tutularak, demokratik mekanizmalar, siyasal partilerin bünyesinde öncelikle işlerlik kazanmalı, halk iradesi, seçim yasası oyunlarına takılmaktan, barajlarda boğulmaktan kurtarılmalıdır. Halk iradesinin meclise tam yansımasının yolları aranmalı, halkın; yönetime katılma hakkını özgürce kullanmasının önündeki engeller kaldırılmalıdır.

Siyasi Partiler Kanunu'nun parti yasakları ve kapatılmaları ile ilgili hükümleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını özetleyen "Venedik Kriterleri"ne uygun olarak yeniden düzenlenmelidir.

TBMM'NİN ETKİN DENETİM YAPABİLMESİ

Milletvekillerinin dokunulmazlıkları tartışılmakta ama milletvekillerinin ifade özgürlüğü önündeki parti, grup, hükümet baskıları gözardı edilmektedir. 58 ve 59. Hükümetlerin programlarını eleştiren, gördüğü birtakım eksiklikleri genel kurulda dile getiren bir tek Ak Partili milletvekilinin çıkmamış olması düşündürücüdür. Kaldı ki bu sorun bir parti ile ilgili değildir; ne yazık ki tüm siyasi partilerde "parti disiplini" gerekçesiyle bu problem yaşanmaktadır. Büyük çoğunluğu yeni olan milletvekillerinin parti politikaları uğruna kişisel özgürlüklerinden vazgeçmemeleri teşvik edilmelidir.

Hükümet ve muhalefet bu dönemde, meclisi gerçekten hükümeti denetleyen bir konuma kavuşturmalıdırlar.

TBMM'ne ve tüm seçilmişlere hukuk dışı müdahale, ağır bir Anayasa ve Milli Güvenlik suçu olarak tanımlanmalı ve yeltenenler mutlak surette yargılanıp cezalandırılmalıdır.

TBMM İNSAN HAKLARINI İNCELEME KOMİSYONU

Başbakanlık ve TBMM bünyesinde, insan hakları ihlallerine uğrayan vatandaşlarımızın ve insan hakları örgütlerinin, başvuruları iletebilecekleri fonksiyonel bir merkez ya da ofis oluşturulmalıdır. TBMM Anayasa Komisyonu'nun anayasaya uygunluk denetimi yapması gibi, İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu da, esas olarak insan haklarına uygunluk denetimi yapar hale getirilmelidir. Komisyon, yasa tasarılarını Türkiye'nin usulüne uygun onayladığı uluslararası belgelere uygunluk denetimi yapabilecek bir yapıya kavuşturulmalı, bunun için gerekli yetkiyle donatılmalıdır.

ASKER - SİVİL İLİŞKİLERİ

Ordu-sivil iktidar ilişkilerinin düzenlenmesi, Türkiye'nin demokratikleşmesi sürecinde önemli yer işgal eden bir başka önemli sorundur. Avrupa Komisyonu Türkiye İlerleme Raporlarında yıllardan beri bu soruna değinilmesine rağmen, daha önceki hükümetler döneminde bu konu gündeme dahi alınamamıştır. Genelkurmay Başkanlığı'nın Milli Savunma Bakanlığı ile ilişkileri yeniden ele alınmalıdır. MGK ve MGK Genel Sekreterliği ile ilgili yapılan yeni düzenlemelerin yeterli olmadığı açıktır. AB ile bütünleşme sürecinde, ülkemizde silahlı kuvvetlerin konumunun yarattığı sorunların, şu ana kadar yapılan düzenlemelerle çözümlenemeyeceği açıktır.

MGK Genel Sekreterliğine sivillerin de atanabilmesi yönünde yapılan yasal düzenleme sonrası tekrar bir askerin bu göreve atanması, yeni yönetmeliğe uygun düzenlemelerin yapılacağı geçiş sürecinin yine bir askerin kontrolünde tamamlanıyor olması, gelecek açısından olumlu beklentileri kaygıya dönüştürmüştür.

Öte yandan Yedinci Uyum Paketi ile MGK Genel Sekreterliği'nden alınan görev ve yetkilerin, yönetmelikle tekrar geri verildiğine ilişkin basında yer alan haberler, kaygıların sürmesine yol açmaktadır.

YOĞUN İHLAL YAŞANAN BAZI ALANLAR

KÜRT SORUNU

En yoğun ihlaller, hala Doğu ve Güneydoğu'da yaşanmaktadır. Bugüne kadar ne devlet, ne de toplum, sorunu tanımlayabilmiştir. Kimilerinin "Kürt Sorunu" adını verdiği sorun, kimileri tarafından "Güneydoğu Sorunu", kimilerince de "Terör Sorunu" olarak adlandırılmaktadır. Bu tanımlamalar, doğal olarak sorunun sebeplerine, sonuçlarına ve çözüm yöntemlerine de şekil vermektedir. Sorunu "Güneydoğu Sorunu" olarak tanımlayanlara göre sorunun kaynağı bölgedeki feodal yapı ve ekonomik ve kültürel geri kalmışlıktır. Bunların çözüm önerileri de bir türlü hayata geçirilemeyen ve sayıları 20'yi aşan ekonomik paketler ile güvenliği önceleyen ve asimilasyonu amaçlayan "köy-kent projesi"dir.

Sorunu "Terör Sorunu" olarak nitelendirenlere göre ise sorunun kaynağı PKK terörüdür ve PKK'nın yok edilmesi sorunu bitirecektir. Oysa sorunun böyle olmadığı çok açıktır. Zira sorun PKK ile başlamamıştır ve sorun en azından Cumhuriyet'le yaşıttır. Dolayısıyla PKK, terör, göç, geri kalmışlık, bölgede yaşanan sorunun nedenleri değil, ancak sonuçları olabilir.

Sonuç olarak bölgede yaşanan sorun; etnik, kültürel, sosyal, ekonomik boyutları olan bir insan hakları sorunudur. Terör ve uluslararası boyutu da göz ardı edilmeden ele alınacak bir master planla ancak çözüm süreci başlatılabilir. İnsan hakları temelinde bu soruna, bölge halkının sorunları, talepleri, hak ve özgürlükleri esas alınarak çözüm arayışlarına girilmelidir.

Olağanüstü rejimler, hukuk devletini rafa kaldıran rejimler değil, hukuk sınırları içinde kalmak koşuluyla, idarenin kimi olağanüstü yetkilerle donatıldığı rejimlerdir. Olağanüstü Hal uygulamasının sürdüğü dönemlerde ne yazık ki terörle mücadele adına ciddi ihlaller yaşanmıştır. Daha vahimi, Olağanüstü Hal kaldırılmış olmasına rağmen, birçok yerde eski idari uygulamalar değişmemiştir. Olağanüstü hal gibi koruculuk da artık kaldırılmalı ve bölgedeki kamu görevlilerinin yasadışı ve keyfi uygulamaları yakından denetlenmelidir. Güneydoğu, sürgün yeri olmaktan çıkarılmalıdır.

DİN SORUNU

Türkiye'de din-toplum ilişkilerinde yine ciddi insan hakları ihlalleri yaşandığı bilinmektedir. Bu konuda geliştirilen ve Türkiye'ye özgü olduğu Anayasa Mahkemesi kararlarında da açıkça söylenen bir laiklik kavramı ve uygulamaları altında, din özgürlüğü yara almaktadır. Çünkü mevcut laiklik anlayışı, dini kontrol etmek amacıyla, bir din anlayışı tanımlamakta ve bu resmi din anlayışını, isteyen-istemeyen, inanan-inanmayan herkese zorla öğretmektedir. Dolayısıyla devlet, bir dini anlayıştan yana tavır takınmakta, tarafsız kalmamakta ve dayatılan din anlayışının dışında kalan tüm dini tutumları dışlamaktadır.

Din eğitiminin zorunlu olmasını ve devletin denetim ve gözetimi altında yapılmasını öngören Anayasanın 136. maddesi bu durumun en belirgin kanıtıdır. Laik bir anayasal demokrasinin gerektirdiği düzenleme, dini kurum ve kuruluşların, devlet kontrolünden kurtarılması ve devletin belli bir din anlayışının temsilcisi görünümünden kurtarılmasıdır. Bu bağlamda laikliğin; devletin tüm inanç gruplarından eşit derecede uzak durması şeklindeki çağdaş tanımına kavuşturulması da, bir zorunluluktur.

Başörtüsü yasağı, başörtüsünün inanç gereği değil, bir ideolojinin yayılması amacıyla bir simge olarak kullanıldığı gerekçesiyle sürdürülmektedir. Oysa ulusalüstü hukuk belgeleri, din özgürlüğünün, kişinin bir dine inanma/inanmama, inancının gerektirdiği pratikleri ister tek başına, isterse başkalarıyla birlikte yerine getirme ve dinini öğrenme, öğretme ve yayma özgürlüğünü kapsadığını çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı ise başörtüsünün, tüm Müslüman kadınlara bir farz olduğunu açıklamış bulunmaktadır. Buna göre başörtüsünün çeşitli yorumlarla ve ideolojik olmaktan öte bir anlam taşımayan gerekçelerle yasaklanması çok ciddi bir insan hakları ihlalidir. Çünkü bu yolla birçok vatandaşımızın, kişi özgürlüğü, din özgürlüğü, öğrenim özgürlüğü ve çalışma özgürlüğü kısıtlanmaktadır. Kaldı ki, bir dini farizanın yerine getirilmesi amacıyla değil de, bir dini görüşü yaymak amacıyla takılması bile, başörtüsünü uluslararası insan hakları normlarına göre din özgürlüğünün kapsamı dışına çıkarmamaktadır. Bu nedenle, bu sorunun bir insan hakları sorunu olarak ele alınması ve çözümlenmesi, toplumsal barışın tesisi bakımından da önem taşımaktadır.

28 Şubat sürecinde açıkça tanımlanmamış, ceza yasalarında da suç olarak nitelendirilmemiş irtica ile mücadele adına çok geniş halk kesimleri mağdur edilmiş ve bu baskılar artarak devam etmektedir. Başörtülü kadınların öğrenim ve çalışma alanlarından dışlanması, bürokrasideki dindar personel kıyımı, imam- hatip liselerinin orta kısmının kapatılması, bu okullardan mezun olan gençlerin art niyetli bir puan hesaplama yöntemi ile yüksek öğrenimden yoksun bırakılması, ailelerin çocuklarına din öğrenimi vermelerinin yasaklanması, Kur'an-ı Kerim öğrenme yaşının 12'ye yükseltilmesi, Milli Eğitim Bakanlığı'nca öğrenci mübadelesi kapsamında yurt dışındaki üniversitelerde öğrenimlerini tamamlayan çok sayıda vatandaşın diploma denkliklerinin iptali sonucu mağdur edilmeleri, hakim ve savcılar üzerinde baskı uygulayarak siyasallaşmış yargı ile hak arama yollarının kapatılması, din özgürlüğü alanında yaşanan ihlallerin sadece bir kısmıdır.

İŞKENCE

İşkence, suçluyu tespit etme çalışmalarında hala yaygın olarak kullanılmaktadır. Hükümet yetkililerinin işkenceye hoşgörü gösterilmeyeceğine ilişkin açıklamalarına rağmen işkence mağdurlarının sayısında azalma olmaması, işkence yapmakla suçlanan kamu görevlileri hakkında sürmekte olan yargı dosyalarının izlediği seyir, bu sorunun ortadan kaldırılamadığını göstermektedir.

CEZAEVLERİ

Yönetimlerin insan anlayışlarının, insana ne kadar değer verip saygı duyduklarının, dolayısıyla ülkelerin insan hakları düzeyinin çok net biçimde ortaya çıktığı mekanlar, cezaevleridir. Tutuklu ve hükümlülerin, toplumdan dışlanması gereken suçlular olarak değil, "birtakım hakları da olan insanlar" oldukları görüşünden yola çıkılarak, özgürlükten yoksun bırakma cezasının, suçlunun topluma yeniden kazandırılmasına yönelik olarak uygulanmasına imkan verecek bir düzenlemenin yapılması gerekmektedir. Tutukluların, yargılandıkları ve ailelerinin ikamet ettiği yerlerin çok uzağındaki cezaevlerine sevk edilmemeleri, tutuklu ve hükümlülere ve ailelerine onur kırıcı davranışlarda bulunulmaması, cezaevlerindeki insanların sağlık, beslenme, ısınma, haberleşme, kitle iletişim organlarını izleyebilme gibi insani taleplerinin yerine getirilmesi ve hiç değilse bundan sonra açlık grevleri ve ölüm oruçları gibi istenmeyen olayların yaşanması önlenmelidir. Hukuk ve insan hakları alanında çalışan sivil toplum örgütlerine, cezaevlerinde inceleme yapma imkanı sağlanmalıdır. Nitekim son yıllarda bazı cezaevlerinde yaşanan önemli sorunların pek çoğu, çeşitli sivil toplum örgütlerinin girişimleriyle kısa sürede çözülebilmiştir.

F Tipi cezaevleriyle ilgili yaşanan ve hala çözülememiş sorunlar orta yerde dururken, son dönemlerde L Tipi adlı yeni cezaevlerinin ihale işlemlerine başlandığına ve bu cezaevlerinde tecrit uygulamasının daha da derinleştirileceğine, tutuklu ve hükümlü hücrelerinin tamamen ya da önemli ölçüde yer altına alındığına ilişkin duyumlar alınmaktadır. Bu konuyla ilgili bilgi edinme amaçlı yazışmalarımıza da cevap alınamamaktadır.

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ

Düşünce özgürlüğünü kısıtladıkları gerekçesiyle çokça tartışma konusu olan birtakım kanun maddelerinde yapılan değişikliklerin, ifade özgürlüğünü güvence altına almayı sağlayamadığı görülmektedir.

Anayasanın temel hak ve hürriyetlerle ilgili bölümleri (12-13-14-15 ve 16.maddeler) tekrar gözden geçirilmeli ve usulüne göre onaylanan uluslararası sözleşmelerdeki standartlar dikkate alınmalıdır. Türk Ceza Kanunu'nun 145, 155, 158, 159, 162 ve 312. maddeleri ifade özgürlüğünü sınırlayan hükümler içermekte olup bu maddeler Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları dikkate alınarak yeniden düzenlenmelidir. Terörle Mücadele Kanunu'nun 7. maddesi kaldırılmalıdır.

Sayın Adalet Bakanı, TCK 159 ile ilgili yapılan tüm başvurulara izin vermekle yetinmemekte, ayrıca genelgelerle savcıların TCK 159. madde açısından medyayı daha sıkı izlemelerini istemektedir.

Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kuruluş Kanunu, Basın Kanunu, YÖK Kanunu ve Sıkıyönetim Kanunu'nda bulunan ve ifade özgürlüğünü sınırlayan hükümler kaldırılmalıdır. RTÜK Kanunu, Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu ve Tüzüğü ile Jandarma Teşkilât, Görev ve Yetkileri Kanunu ve Yönetmeliği, Sahil Güvenlik Komutanlığı Kanunu ve Tüzüğü, 3257 sayılı Sinema, Video ve Müzik Eserleri Kanunu ile ilgili diğer mevzuatın hala ifade özgürlüğü açısından gözden geçirilmesi gerekmektedir.

Af ve erteleme yasaları çıkarılarak geçici çözümler üretmek yerine özgürlükleri suç sayan hükümlerin ortadan kaldırılarak sorunun köklü çözüme kavuşturulması gerekmektedir.

ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ

Mevzuat açısından bakıldığında Türkiye'de sivil toplum örgütleri ve örgütlenme özgürlüğüne ilişkin düzenlemeler, uluslararası sözleşmeler ve bildirgeler ile, ulusal anayasa ve yasalarda yer almaktadır. Başta Anayasa, Türk Medeni Kanunu, Dernekler Kanunu, Vakıflar Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu, meslek kuruluşlarının yasaları, Sendikalar Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu vb. yasalar olmak üzere bir çok yasa içerisinde örgütlenme biçimleri yer almaktadır. Bu dağınık mevzuatın önemli bir amacı, kolay denetlenebilen bir yapı oluşturma gayretidir. Ancak bu yapılanma biçimi, sivil toplumun oluşmasının önünde ne yazık ki en büyük hukuki engeli oluşturmaktadır.

Örgütlenme özgürlüğüne yönelik kısıtlamalarla hem siyasi partiler, hem de insan hakları alanında çalışanlar başta olmak üzere sivil toplum örgütleri kuşatılmaktadır.

İNSAN HAKLARI ÖRGÜTLERİYLE İLİŞKİLER

İnsan hakları örgütleriyle işbirliği artırılmalıdır. İnsan hakları örgütlerinin tepkileri ve çalışmaları, yapıcı eleştiriler olarak algılanmalı ve bu kuruluşların çalışmalarının çeşitli yollarla engellenmesinden vazgeçilmelidir. Örneğin geçtiğimiz aylarda İnsan Hakları Derneği'nin genel merkezi ve Ankara şubesi basılıp aranmış, tüm arşiv belgelerine el konulmuştur. Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün istemi doğrultusunda Türkiye İnsan Hakları Vakfı Yönetim Kurulunun görevden alınması için dava açılmıştır. MAZLUMDER'in Malatya Şube Başkanı ve GYK üyesi Özkan Hoşhanlı hakkında 2000 yılında TCK 146'ya aykırılıktan dava açılmış, ardından da 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununa muhalefetten 1 yıl 3 ay hapis cezasına mahkum edilmiştir. Bu kuruluşlar, telefonları dinlenerek, yöneticileri ve personeli tehdit edilerek sindirilmeye çalışılmaktadır. Oysa insan hakları örgütleriyle işbirliği, hem bu örgütler açısından, hem de ülke yöneticileri açısından önemli yararlar sağlayacaktır.

İnsan hakları örgütlerinin çalışmaları, Dernekler Kanunu'nun getirdiği kısıtlamalardan kurtarılmalıdır. Kaldı ki insan hakları örgütlerinin çalışmalarının engellenmemesi ve kolaylaştırılması yolundaki uluslararası birtakım belgeleri Türkiye de imzalamış bulunmaktadır. Bunu sağlamak, hem Türkiye'nin uluslararası bir yükümlülüğüdür; hem de Türkiye'nin uluslararası insan hakları mücadelesinde konumunu güçlendirecektir.

TOPLANTI VE GÖSTERİ ÖZGÜRLÜĞÜ

Toplanma ve Gösteri Özgürlüğü, fiili durumlarla kısıtlanmakta ve toplum yasadışı yollarla taleplerini dile getirmeye zorlanmaktadır. İnsanlarımızın toplantı ve gösteri yapma özgürlüğünün önündeki yasal ve fiili engeller kaldırılmalıdır. Dernekler Kanunu ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'nda yapılan düzenlemeler olumlu olarak değerlendirilmekle birlikte yeterli değildir ve uygulamadaki bürokratik engeller yüzünden mevcut iyileştirmeler de pratiğe yansımamaktadır.

Bunca mevzuat düzenlemesine rağmen hala şiddet içermeyen barışçıl kimi gösterilerde, kolluk görevlilerinin engelleme ve şiddet kullanımı ile karşılaşılmaktadır.

ÖĞRENİM ÖZGÜRLÜĞÜ

Eğitim hakkının kullanılmasında, ana-babaların, ulusalüstü hukuk belgeleriyle güvence altına alınan, ancak 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim yasası çalışmalarında dikkate alınmayan hükümler göz önünde bulundurularak, bu yasa tekrar gözden geçirilmelidir ve toplumsal barışın daha büyük yara almasına meydan verilmemelidir.

Özgür ve özerk üniversiteyi yok eden, hem öğretim üyeleri ve görevlilerinin, hem de öğrencilerin akademik özgürlüklerini adeta yok eden YÖK ile ilgili sorunlar, acil çözüm beklemektedir.

İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ

Basın özgürlüğü, güvence altına alınmalı, ancak bu özgürlüğün kişi özgürlüğü başta olmak üzere insan hakları ihlallerine aracılık etmesi önlenmelidir. Telefon dinlenmesi gibi haberleşme özgürlüğü önündeki hukukdışı engeller kesinlikle kaldırılmalıdır. Toplumun iletişim özgürlüğünün kısıtlayan ve medya patronlarının ekonomik ya da siyasal çıkarları doğrultusunda toplumu yönlendiren işlevleri dolayısıyla basında tekelleşmeyi önleyici tedbirler alınmalıdır.

KADIN HAKLARI SORUNU

Türkiye'de kadınların temel hak ve özgürlüklerden yararlanmaları için yapılan yasal değişiklikler müspet bir adım olarak değerlendirilse de bu olumluluk uygulamaya yansımamaktadır. Gözaltında kadına yönelik işkence ve kötü muamele vakalarında bir azalma meydana gelmediği, ulusal ve uluslararası insan hakları kuruluşlarının raporlarına yansımaktadır. Cinsel taciz ve tecavüzün iç hukuktaki tanımı son derece dar olup uluslararası sözleşmelerdeki tanımın çok gerisindedir. Kılık kıyafet ayrımcılığı, başta eğitim kurumları olmak üzere tüm kamu kurumlarında devam etmektedir. Ayrımcı uygulamalar sürücü kurslarında, yabancı dil ve bilgisayar sertifikası veren kuruluşlarda da sürmekte, başörtülü kadın kursiyerler sürücü belgesi ya da sertifika alamamaktadır.

Aile içi şiddet kurbanı kadınların sayısı her geçen gün artmaktadır. Kadına yönelik fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddet uygulamalarını önleyecek yasal düzenleme ve cezai yaptırımlar yetersizdir.

Kadınların başörtülü olarak öğrenim görmesini engelleyici kanuni bir yasak olmamasına rağmen mevcut yasakçı uygulamalar Anayasa Mahkemesi'nin yorumlarına ve Danıştay'ın bazı kararlarına dayandırılmaktadır. YÖK Kanununa eklenen 17.madde kılık kıyafetin üniversitelerde serbest olduğunu vurgulamaktadır. Söz konusu madde: "Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla yüksek öğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir" hükmünü içermektedir.

Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'nin (CEDAW) ek protokolleri Türkiye tarafından onaylanmış bulunmaktadır. Bu protokolle Türkiye, ilgili sözleşmenin tüm hükümlerini kabul ederken aynı zamanda ayrımcılığa uğradığını iddia eden kadınların BM Kadın Ayrımcılığını Önleme Komitesi'ne başvurma hakkını ve yaptırımlarını da kabul etmiş olmaktadır. Ek protokolde özel koşullar hariç, başvuruların iç hukuk yolları denendikten sonra yapılması öngörülmektedir. Uygulamanın takip edilmesi ve onayın gereklerinin yerine getirilmesi daha çok önem arz etmektedir.

İş Kanunu ve Sosyal Sigortalar Kanunu'nda kadınların ekonomik ve sosyal güvenceleri Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) standartlarının altındadır. Türkiye'nin uymak zorunda olduğu 1951 tarihli "Erkek ve Kadın İşçilerin Eşit Değerde İş İçin Eşit Ücretlendirilmesine İlişkin Sözleşme" ile "Avrupa Sosyal Şartı" çalışma hayatında eşit işe eşit ücret ve eşit sosyal haklar öngörmekte ve işe kabul aşamasında cinsiyet ayrımı yapılmasını yasaklamaktadır. Buna rağmen Türkiye'de kadınlara iş başvurularında ayrımcı davranışlar sergilenmekte ve düşük ücret uygulamaları devam etmektedir.

Bu alanla ilgili olarak;

  1. Kadına yönelik gözaltında işkence ve kötü muamelenin önlenmesi için ciddi yaptırımlar uygulamaya konulmalıdır.
  2. Tecavüz tanımı uluslararası insan hakları hukukunda yer alan tanım ile örtüşecek şekilde iç hukukta yeniden yorumlanmalı ve açık bir şekilde işkence suçu kapsamına alınmalıdır.
  3. Kadına yönelik aile içi şiddet ve fiziki baskı uygulamalarına karşı hazırlanan yasal düzenlemelerin caydırıcı nitelikte olması gerekmektedir.
  4. Kadınlara yönelik kılık kıyafet yasağı ve ayrımcılığına biran önce son verilmeli, yasak nedeniyle mağdur olanların hakları iade edilmelidir.
  5. Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'nin onaylanan ek protokolleri de dahil olmak üzere gereklerinin yerine getirilmesi ve iç hukuk yollarını tüketen başvurucuların Sözleşmenin yargı mekanizmalarına bireysel başvuru hakkını özgürce kullanımı için gerekli kolaylıklar sağlanmalıdır.
  6. İş Yasası ve Sosyal Sigortalar Yasası hükümleri ILO standartları ekseninde yeniden düzenlenmelidir.
  7. Eşit İşe Eşit Ücret uygulamasından tüm çalışan kadınların yararlanması sağlanmalı, sosyal hakları genişletilmelidir.
  8. Kadının cinsel istismarını önleyecek yasal düzenlemeler gerçekleştirilmeli, Kadın Sığınma Evleri'nin düzenli olarak denetimi yapılmalı ve bu denetimlere Sivil Toplum Kuruluşları'ndan gözlemciler de dahil edilmelidir.

MÜLTECİ SORUNU

Türkiye, uluslararası standartların aksine Avrupa dışından gelen insanları mülteci statüsünün dışında tutmuş ve 1967 Protokolünü coğrafi çekince ile imzalamıştır. Aynı zamanda EXCOM üyesi olan Türkiye'nin tavrı çelişkilidir ve coğrafi çekince ile bu sözleşmeyi imzalayan dünyadaki iki ülkeden biridir.

1994 yönetmeliğine göre, Türkiye'ye iltica eden veya üçüncü bir ülkeye iltica etmek üzere Türkiye'den ikamet izni talep eden yabancılardan, Türkiye'ye yasal yollardan gelenler bulundukları yer valiliklerine, yasal olmayan yollardan gelenler ise giriş yaptıkları yer valiliklerine on gün içinde müracaat etmek zorundadırlar. Bu süre ve yetkili valiliğe müracaat olarak öne çıkan iki usul kuralı, Türkiye'de çok titiz olarak uygulanmakta olup, bunlara uymayan kişilere sadece Pasaport Kanununa muhalefetten işlem yapılıp sınır dışı edilmektedirler.

Bir başka sorun, Asya kıtasından gelen çok sayıda sığınmacının, Türkiye'nin mevcut yasal uygulamaları nedeniyle mülteci hukukundaki en temel ilke olan NON REFOULMENT (geri gönderilmeme) kuralına uyulmadığı için can güvenlikleri tehdit altında bulunmaktadır. Bu yüzden insan ticareti yapan mafya gelişerek güçlenmekte ve sığınmacılar bu hukukdışı mekanizmanın insafına terk edilmektedir.

Bu nedenle;

  1. Türkiye, mülteci haklarını anayasal güvence altına almalı ve çıkarılacak yasaların uluslararası mülteci hukukuna uygunluğu sağlanmalıdır.
  2. 1994 yönetmeliğinin yeniden düzenlenerek Avrupa dışından gelen mültecilerin de aynı statüde değerlendirilmesi benimsenmelidir.
  3. 1967 Protokolü'ne konulan coğrafi çekince kaldırılmalıdır.
  4. BM İşkenceye Karşı Sözleşmenin 3. maddesi, taraf devletlerin, herhangi bir şahsı işkence ve kötü muamele riski bulunduğuna dair esaslı sebeplerin bulunduğu başka bir devlete sınırdışı veya iade etmesini yasaklamaktadır. Yetkililerin bu kurala titizlikle uyması sağlanmalıdır.
  5. Emniyet Müdürlükleri bünyesinde bulunan Yabancılar Şubesi, mülteci hukuku eğitimi almış uzman personelden oluşmalıdır.
  6. Türkiye'ye yasadışı yollardan giriş yapan ve yakalanıp gözaltına alınan yabancılara yönelik kötü muamele iddiaları titizlikle araştırılmalı ve keyfi davranışlara son verilmelidir.
  7. Yakalanan yabancılara mülteci ve sığınmacı hukukuna göre davranılmalıdır.
  8. İçişleri Bakanlığının ilgili personeli ile sınır bölgelerinde görev yapan kolluk güçlerinin mülteci hukuku hakkında düzenli olarak eğitilmesi sağlanmalıdır.

ENGELLİLER

Resmi rakamlara göre Türkiye'de yaklaşık 8,5 milyon kişi özürlüdür. Bu nüfusun % 55'i çalışma yaşındadır. Türkiye'deki mevzuata göre kamu kesimi ve özel sektörde % 3 oranında özürlü çalıştırma zorunluluğu bulunmaktadır. Ancak, ne devlette, ne de özel sektörde bu zorunluluk yerine getirilmektedir. Devlet kesiminde çalışan toplam memurun ancak binde beşi özürlüdür.

Türkiye'de özürlülere verilecek sağlık kurulu raporu yönetmeliği ile özürlü kimlik kartı yönetmelikleri yayınlanmış ve talep eden özürlülere kimlik kartı verilmeye başlanmıştır. Özürlüler Danışma Merkezi kurulmuştur. Özürlülerin eğitim olanaklarına kavuşturulması için Özel Eğitim Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin uygulanmasına yönelik bir yönetmelik yayınlanmış, imar yönetmeliklerinde özürlülere uygun düzenlemeler yapılmıştır. Özürlülere ve özürlü ailelerine yönelik vergi indirimleri, 1 Ocak 1999 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Ancak bütün bu çalışmaların, özürlülerin sorunlarını çözmekten uzak kaldığı da açıktır. Oysa engelli insanlar diğer insanlarla eşit düzeyde sivil, siyasi, kültürel, ekonomik ve sosyal haklardan yararlanma hakkına sahiptir. Dolayısıyla engelli insanların ayrımcılığa maruz kalmadan bütün insan haklarından diğer insanlarla eşit bir şekilde yararlanmalarının sağlanması gerekmektedir.

İNSAN HAKLARI EĞİTİMİ

İstisnasız tüm kamu görevlileri, insan hakları eğitiminden geçirilmeli, vatandaşı, hükmedilen tebaa olarak değil, hizmet edilmesi gereken bireyler olarak görme noktasına getirilmelidir. Özellikle yargı ve güvenlik görevlilerinin insan hakları eğitimine öncelik ve özel önem verilmelidir. Kolluk güçlerinin, toplumsal olaylardaki keyfi uygulamaları da göz önünde bulundurulmalı; bu bakımdan bir yandan adli polis teşkilatının oluşturulması, bir yandan da savcıların polislerin telsizlerini dinlemesi gibi lokal birtakım önlemler bir an önce alınmalıdır.

Halkımıza yönelik yaygın insan hakları eğitimi amaçlı programlar hazırlanarak uygulanmalıdır. İnsanımıza hak arama bilinci kazandırılmalı ve bunun yasal yolları açılmalıdır. Bu konuda TV'lerde kısa metrajlı filmler, gazetelerde ilanlar yayınlatılabilir. Eğitim-öğretim sistemimizin tüm aşamalarında insan hakları, evrensel standartlar ve perspektifler esas alınarak okutulmalıdır. Oysa mevcut derslerde, evrensel ilke ve standartlar yerine, resmi ideolojik ilkeler gözetilmekte ve ilköğretim çağındaki çocuklar, insan haklarını kavramadan, iç tehdit/dış tehdit gibi kavramlarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu yaklaşım, insan haklarının istismarından ve gelecek kuşakların zihinlerinin, çarpık bir insan hakları anlayışı ile doldurulmasından başka bir sonuç vermeyecektir. Bu bakımdan, insan hakları derslerinin müfredatının hazırlanmasında bağımsız insan hakları savunucularıyla ve uzmanlarıyla yakın bir işbirliğine gidilmelidir.

Örneğin Milli Eğitim Bakanlığınca ilköğretim okullarında okutulan "Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi" ders kitabının adeta Milli Güvenlik Ders Kitabı format ve içeriğinde hazırlandığını, insan hakları başlığı altında çocuklara "iç ve dış düşman" paranoyasının aşılandığını, resmi ideolojiyi benimsemenin bir görev ve ödev olarak tanımlandığını görüyoruz. Polis ve jandarmaya verilen insan hakları eğitiminin içeriği de bundan farklı değildir.

GENEL YÖNETİM KURULU

YAYIN BİLGİLERİKategori Adı Yurt İçi RaporlarTarih 2003-11-15
Şube ve Temsilcilerimiz
mazlumder-genel-merkez
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER GENEL MERKEZ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk, No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (0212) 526 2440 | Faks: +90 (0212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 5229886