MAZLUMDER Genel Başkanı Yılmaz Ensaroğlu'nun, İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Nejat Arseven'in sivil toplum örgütleriyle Başbakanlık'ta düzenlediği toplantıda yaptığı sunuş
Sayın Bakan, Değerli Katılımcılar;
İnsan Haklarından Sorumlu her Devlet Bakanı, bakanlığı döneminde insan hakları alanında çalışan sivil toplum örgütleriyle ortalama bir defa bir araya geldi. Bugün de sizin davetiniz üzerine buraya gelmiş bulunuyoruz. Size de çok teşekkür ediyor, her şeye rağmen bu toplantının insan haklarının gelişmesine ve korunmasına katkı sağlamasını diliyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Öncelikle şunu söylememe izin veriniz: Bir zamanlar büyük anlamlar yüklediğim, umutlar bağladığım bu tür toplantıların hala neden yapıldığını anlamakta artık zorlanıyorum. Ve daha kötüsü, bu ve benzeri toplantılardan bir şey bekleyemiyorum. Dün bir televizyon kanalında sizi izledim ve hem Adalet Bakanının, hem de İçişleri Bakanının, daha önce İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı olarak görev yaptıkları ve bunun bir şans olduğu yolundaki sözleriniz karşısında sadece acı acı gülümsedim. Neden mi ? Çünkü Sayın Adalet Bakanının, sizin görevinizi yürüttüğü dönemde hazırlattığı "mini düşünce özgürlüğü paketi"nin başına gelenleri ve nelere ve kimlere karşı, ne kadar zorlu bir insan hakları mücadelesi verdiğini hatırladım. Sayın İçişleri Bakanının o dönemini, İçişleri Bakanlığındaki ilk günlerindeki açıklamalarını ve son açıklama ve genelgelerini karşılaştırdım. Bir Başbakan Yardımcısı'nın konuşmalarını düşündüm ve bir de önümde duran ve yarın görüşülecek olan yasa tasarısına ve tasarının altındaki imzalara uzun uzun bakıp daldım.
Şunu söylemek istiyorum: İnsan hakları ve demokratikleşme açısından bir şeyler değil, neredeyse her şey kötü gidiyor. Bir yandan insan haklarına ilişkin uluslararası belgeleri imzalıyoruz, diğer yandan "bize özgü" koşullar bahanesiyle "bize özgü bir insan hakları konsepti" geliştirmeye çalışıyoruz. İnsan hakları kuramını deyim yerindeyse bir tür "özelleştirme"ye gayret ediyoruz. İnsan hakları ihlallerine karşı verilecek mücadeleyi ise; yasama ve yürütme içerisinde sürekli yeni birtakım komisyonlar, birimler, kurullar, başkanlıklar ihdas ederek "devletleştirme" çabasındayız. İnsan hakları mücadelesi vermek gerekiyorsa, onu da biz yaparız yaklaşımı sergileniyor. Tüm bunların doğal sonucu olarak da, insan hakları eğitimini, milli güvenlik eğitimine dönüştürebiliyoruz ya da insan haklarını kısıtlayan Anayasa hükümlerini ve yasaları düzeltmek adına, hak ve özgürlükleri daha da daraltan düzenlemeleri, "demokrasi paketi" olarak sunabiliyoruz.
Sayın Bakan, Değerli Katılımcılar;
Anayasa ve bazı yasalardaki insan haklarına aykırılıklara ilişkin görüşlerimizi, ihlallerin yoğun yaşandığı bazı sorunlara ve çözüm yollarına dair düşüncelerimizi pek çok kez sizlere ilettik ve bugün burada onların tekrarına girmeyeceğim. İzin verirseniz, sadece güncel sorunların bazılarına ilişkin düşüncelerimizi sizlerle paylaşacağım.
GÖZALTILAR / YARGI BAĞIMSIZLIĞI / YARGIÇ GÜVENLİĞİ
Yıllardır ülkemizde gözaltı ve tutuklama, bazı hallerde alınabilecek bir önlem olmaktan çok, bir sindirme, yıldırma aracı olarak uygulanmaktadır. Bu nedenle, gözaltına alınmadan ifade için davet edilebilecek olan insanlar da birtakım operasyonlarla gözaltına alınmaktadır. OHAL Bölgesindeki gözaltı prosedüründe Anayasadaki değişikliğe ve yasadaki süreye rağmen 430 Sayılı KHK'ye göre düzenleme devam etmektedir. Söz konusu Kararnamenin 3/c maddesine göre tutuklular, talep üzerine (güvenlik kuvvetleri/OHAL Valiliği/C. Savcılığı) hakim kararıyla her defasında 10 günlük süreyle gözaltına alınarak sorgulamalara devam edilmektedir. Bu durumda kimi sanıklar aylarca gözaltında tutulmaktadırlar
Öyle ki son uygulamalarla hakim kararının da "yargı kararı" olarak algılanmadığı, adeta talebin uygun bulunmasının zorunlu görüldüğü ve polis veya jandarma talebinin hakim kararına dönüştürüldüğü görülmektedir. Nitekim Diyarbakır 3 Nolu DGM Yedek Üyesi Ali Haydar YÜCESOY'un jandarmanın gözaltı süresini uzatma yönündeki talebini reddeden kararı üzerine, OHAL Valiliğinin talebiyle Adalet Bakanlığınca Hakim YÜCESOY hakkında "Hizmet içinde resmi sıfatının gerektirdiği güven duygusunun sarsılmasına sebebiyet verdiği" iddiasıyla soruşturma başlatılmıştır. Bu soruşturma, hakim kararı ibaresinin ve hakimliğin Noter gibi bir onay mercii olarak algılandığını göstermektedir. Aynı Hakim hakkında Diyarbakır Silvan ilçesinde gerçekleştirilen bir operasyon sırasında öldürülen bir genç kızın ailesinin "yargısız infaz ve işkence iddialarıyla ilgili olarak" suç duyurusunda bulunması nedeni ile ve aynı gerekçeyle ikinci bir soruşturma açılmıştır.
Öte yandan birtakım taleplerini seslendirmek için şiddet içermeyen, başkalarının özgürlüklerini kısıtlamayan, kamu düzenini hiç de bozmayan toplantı veya gösteri yapan insanlar, apar topar gözaltına alınabilmektedirler.
UYUM YASALARINA İLİŞKİN PAKET
Son paket tek kelime ile korkunç. Nitekim pek çok insan, böyle değiştirilmesinden ise, bu tartışmalı maddelere hiç dokunulmamasını istemektedir. Özellikle TCK 159 ve 312. maddelerle ilgili olarak getirilen yasal düzenleme, özgürlükleri daraltan, yasakları genişleten ve çeşitlendiren ifadeler içermektedir. Bu yasa maddeleri ile ilgili değişiklikler için hazırlanan gerekçe ise son derece demokratik cümleler içermekle birlikte, daha kabul edilemez sonuçlara yol açabilecek şekilde düzenlenmiştir. Doğrusu, ceza hukukunun temel kurallarına aykırı biçimde muğlak ifadelerle dolu, bu kadim kanun yapma tekniğimiz, bu tasarıda da uygulanmıştır.
Ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasal karar ve uygulamalara karşı hiç kimse eleştiride bile bulunamayacaktır. Hele gerekçede dile getirilen şekliyle "tüzük, yönetmelik, genelge ve diğer işlemlerin de kanun sayılacağı" ifadesi; "suç ve cezaların kanuniliği" prensibine, Anayasada yer alan "temel hakların kanunla sınırlanabileceği" ilkesine açık bir aykırılık teşkil etmektedir. Bu düzenleme konjonktürel olarak yeni suç ve cezaların oluşturulması sonucunu da doğuracaktır. Bu düzenleme, bazılarının Meclisten geçiremediği yasal düzenlemeleri "tüzük, yönetmelik, genelge gibi idari işlemlerle" uygulama imkanı sağlayacak ve artık bazı konularla ilgili olarak yasa çıkarmaya gerek bırakmayacaktır. Örneğin YÖK'ün bir kararını eleştirmek, artık TCK 312 kapsamında bir suç olacaktır.
Özetle kanun tasarısında yer alan şekliyle TCK 159 ve 312. maddelerinin formülasyonu, ne yazık ki mevcut durumu daha da geriye götürebilecek niteliktedir.
TCK 159'un yeni şekli kanunlaşırsa, 159. maddeden mağdur olanların sayısı daha da artacaktır. Yeni metne göre suçun hedefi artık sadece hükümde ismen belirtilen kamu otoriteleri veya makamları değildir, "bunları temsil eden, bir kısmını hedef alan" fiiller de bu madde kapsamına alınmıştır. Kısacası bu madde, kamu otoritelerini başkaları önünde (alenen) eleştirmeyi suç saymaktadır. Bu, açıkça ifade özgürlüğünün ve demokrasinin reddi demektir. Çünkü, bir demokraside ifade özgürlüğü, tam da kamu otoritelerini eleştirmek için vardır.
Gerçi, maddede eleştirmenin suç olduğu açıkça belirtilmiş değildir, suç sayılan "tahkir ve tezyif"tir. Ne var ki çoğu zaman bir politik beyanın ne zaman eleştiri olmaktan çıkıp aşağılama ve küçük düşürme niteliğine büründüğünü tespit etmek hemen hemen imkansızdır. Bu yüzdendir ki AİHM, pek çok kararında demokratik bir toplumda, iktidar mevkiinde olanların eleştiriye herkesten daha fazla açık olmaları gerektiğini belirtmiştir. Yapılması gereken, bu maddenin en azından ilk iki fıkrasının tümüyle kaldırılması iken, mevcut durumu daha da kötüleştirmeyi tercih eden, üstelik bunu Avrupa Birliği'nin insan hakları standartlarına uyum bahanesi altında gerçekleştiren bir iradeyi anlamak imkansızdır.
TCK 312. maddedeki yeni düzenlemeye göre ise; düşüncelerini açıklayan insanlar zarara neden oldukları için değil, zarara sebebiyet verme ihtimalleri bulunduğu için cezalandırılacaklardır. Yeni metin, ifade özgürlüğü bakımından halen yürürlükte olan şeklinden daha fazla risk içermektedir. Çünkü yürürlükteki hükümde tanımlanan suçun tehlike suçu değil aslında bir zarar suçu olduğu şeklinde yorumlanması mümkündür. Oysa önerilen yeni formülde, suç açıkça bir "tehlike suçu" olarak tanımlanmaktadır, yani tehlike ihtimalinden ötürü yaptırım uygulanması öngörülmektedir.
Öte yandan yeni metne göre, "tahrik" edilecek olan artık "halk" değil, sadece "insanlar"dır. Bu ise hükmün uygulanma alanını genişletmeye elverişli bir düzenlemedir. Çünkü artık cezalandırılacak olan "halkı" birbirine karşı tahrik etmek değil, birden fazla insanı -ki bu çok küçük bir sayı da olabilir birbirine karşı tahrik etmektir. Tahrikin sonunda da, "kamu güvenliği"nin değil de "kamu düzeni"nin bozulması ihtimaline atıfta bulunulmaktadır. Bu durumda, TCK 312/2'nin yeni şekli halkın birbirine karşı harekete geçmesi gibi büyük toplumsal olay veya kargaşaları önlemeye yönelik olmaktan çıkmakta ve küçük çaplı vakalarla ilgili sıradan bir adli tedbir haline dönüşmektedir.
KÜRTÇE SEÇMELİ DERS TALEBİNE YÖNELİK UYGULAMALAR
Bazı öğrencilerin Kürtçe seçmeli ders okuma veya bazı ailelerin çocuklarına ana dilde eğitim verilmesi talebine ilişkin dilekçe vermeleri yüzünden, iki İnsan Haklarından Sorumlu eski Devlet Bakanının genelgeleri doğrultusunda gözaltına alınıp tutuklanmaları ve DGM'lerde yargılanmaları son derece kaygı vericidir.
Sayın Bakan Değerli Katılımcılar,
Bu istemler evrensel hukuka ve insan haklarına aykırı değildir. Birilerinin birtakım amaçları doğrultusunda seslendirildiği iddiası, kesin bir doğru dahi olsa, bu, yapılan muameleyi meşru görmeye yetmemektedir. Bu yaklaşımların, sorunu çözmekten çok derinleştirmeye yol açacağından kaygı duymaktayız. Kaldı ki insan hakları, sonuçlarından bağımsız bir biçimde savunulmalıdır. Birilerinin onu kullanıyor olması ya da kullanmaya kalkışması, o hakkın çiğnenmesini haklı kılmaz.
CEZAEVLERİ
Cezaevlerindeki sorunlar esasen F Tipi ve ölüm oruçlarından ibaret değildir. Ancak en ağır ve acilen ele alınması gereken sorun, F Tipi Cezaevleri ve açlık grevleridir. Bakanlık, kendi yaklaşımını paylaşmayan herkesi terör örgütlerinin sözcülüğüyle suçlamaktan vazgeçip, ölümleri bir an önce durdurmalıdır. Baroların gündeme getirdiği üç kapı projesinin en azından şimdilik bir çözüm olabileceğini biz de düşünüyoruz.
BAŞÖRTÜSÜ SORUNU
On binlerce insanın din özgürlüğünü, öğrenim özgürlüğünü, çalışma özgürlüğünü, kişi özgürlüğünü yok eden bu uygulama hala sürmektedir. Türkiye'nin resmi insan hakları çevreleri de, ne yazık ki bu soruna evrensel insan hakları standartları doğrultusunda değil, resmi ideolojik çerçevede ve 28 Şubat kararları doğrultusunda yaklaşmaktadırlar. Ne var ki bu yaklaşımlar ya da laiklik ilkesi ardına saklanarak yapılan kaçışlar, devasa bir insan hakları sorununun varlığını ortadan kaldırmamaktadır. Kaldı ki Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla dini, dini hayatı, din eğitimini denetim altında tutmayı bir anayasa hükmü halinde düzenleyen, diğer din mensuplarına hiçbir hizmet vermeyen, bir resmi din anlayışını on binlerce camiden halka anlatırken misyonerlik faaliyetlerini de MGK gündemine alabilen bir sistemin laikliği de tartışmalıdır.
AZINLIK VAKIFLARI
Azınlık vakıfları, Lozan Antlaşmasına dayanılarak çıkarıldığı ileri sürülen ve "1936 Beyannamesi" olarak bilinen bir belgede yazılı olanlar dışında taşınmaz mal edinememektedirler. Bu uygulamayla Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlarımıza ait taşınmaz mallar, onların vakıflarına satılamamakta, miras bırakılamamakta ve bağışlanamamaktadır.
Bu uygulama insan haklarına aykırıdır ve meşru görülemez. Bu sorunun çözümü, gayrimüslim olan ve olmayan tüm vatandaşların haklarını güvence altına alacak insan haklarına dayalı bir hukuki ve siyasi düzenin tesisinden geçmektedir. Bu çözüm, bu ülkede herkesin insan onuruna yaraşır bir biçimde, barış içinde bir arada yaşamasını sağlamanın da başlıca yoludur. Azınlık statüsüne sokulmuş vatandaşların sahip olmaları gereken haklar, geçmişte yaşanmış acıların doğurduğu kaygı ve korkulara kurban edilemez ve edilmemelidir. Her ne sebeple olursa olsun, dünün acılarının bugünümüzü karartmasına izin verilmemeli ve toplumumuzun bu kesimindeki bir mağduriyetin görülmesini engellememelidir.
İNSAN HAKLARI SAVUNUCULARINA YÖNELİK BASKILAR
İnsan hakları alanında çalışan çok sayıda kişi yargılanmış, mahkum edilmiş, saldırıya uğramış, yaşamını yitirmiştir. Bu alanda faaliyet yürüten dernekler aranmış, kapatılmış, telefonları dinlenmiş, çalışmaları engellenmiştir. Öyle ki insan haklarından söz etmek vatana ihanet ile eşdeğer tutulmuştur. MAZLUMDER de bu baskı ve saldırılardan yeterince nasibini almıştır.
Zaman zaman derneğimize baskınlar yapılmış, şubelerimiz kapatılmış, yöneticilerimiz ve üyelerimiz tehdit edilmiş, şube başkanları hakkında sık sık soruşturma ve davalar açılmıştır. Hesaplarımız bloke edilmiş, Maliye Bakanlığı Müfettişleri tarafından tüm defterlerimiz alınmış ve yaklaşık üç yıl sonra iade edilmiştir.
Şimdi aynı süreci İHD yaşamaktadır. TİHV'ın da başından bu tür uygulamalar eksik olmamaktadır. Uluslararası Af Örgütü'nün Türkiye'de şube açmak için yaptığı başvuru uzun bir süre bekletildikten sonra ne yazık ki olumsuz sonuçlanmıştır. Oysa bu başvuru, bazı vatandaşlarımızın diğer ülkelerdeki insan hakları ihlallerini izlemek üzere örgütlenmesini amaçlamaktadır.
Son günlerde yaşadığımız yeni bir olaya ilişkin metinlerin bir örneğini size de sunuyorum. MAZLUMDER Genel Başkan Yardımcısı ve Şanlıurfa Şube Başkanı Av. Şehmus ÜLEK'in yanında çalışan elemanı, kendisine yapılan ajanlık teklifini reddedince şimdi de tehdit edilmeye başlanmıştır.
İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanlarının zorlu bir mücadele vermek zorunda kaldıkları, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanları hakkında fezlekelerin hazırlandığı, yerleşik egemen mekanizmaların belirlediği politikalardan farklı düşünce açıklayan milletvekillerinin çeşitli yöntemlerle sindirildiği, evrensel insan hakları standartlarına uygun raporlar üreten bürokratların görevlerinin değiştirildiği bir ülkede, bize yapılanları galiba fazla yadırgamamak gerekiyor.