TÜRKİYE'NİN İNSAN HAKLARI SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ
-TEMEL YAKLAŞIMLAR-
MAZLUMDER Genel Başkanı
Sayın Bakan, Değerli Katılımcılar,
Konuşma süresinin kısalığını göz önüne alarak, izninizle doğrudan konu ile ilgili yaklaşım ve önerilerimi arz etmek istiyorum. Türkiye'de demokrasi ve insan hakları alanında yapılması gereken iyileştirme çabalarını, makro ölçekli ve yapısal nitelikli düzenlemeler ile bugün için yapılabilecek, aktüel ve konjunktürel nitelikli düzenlemeler olmak üzere iki ana başlık altında toplayabiliriz.
Ülkemizde insan haklarının güvence altına alınmış olduğu bir hukuk devletine ulaşmak için makro ölçekte yapılması gerekenlerin başında, mevcut devlet aygıtının, işlevleri ve sınırları iyi belirlenmiş, ideolojik tercihten arındırılmış ve evrensel hukuk ilkelerine bağlı araçsal bir yapıya dönüştürülmesi gelmektedir. Toplumun tüm çeşitliliğiyle tanındığı, ülkede yaşayan herkesin ve her kesimin, yapımına katılımının sağlandığı ve temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan sivil bir anayasa, bu yapısal dönüşümün belgesi olmalıdır. Bu sürece, toplumun devlet için değil, devletin toplum için varolduğunu, despotizme zemin hazırlayan iç düşman paranoyasının reddini ve barış içinde bir arada yaşamanın temel şartının herkesin haklarını korumak olduğunu öngören bir zihniyet değişiminin eşlik etmesi, bu düzenleme veya reform çabalarının başarısı için zorunludur.
Bunun için de öncelikle, demokratikleşme ve özgürleşme taleplerinin hukuk düzlemindeki en büyük engelini oluşturan 1982 Anayasası'ndan ve onun demokrasi, laiklik, hukuk devleti ve insan hakları kavramlarına ilişkin "bize özgü" resmi tanımlarından kurtulmak gerekmektedir. Anayasanın insan hakları açısından ıslahının işe yaraması için, yürürlükteki kanun ve kanun hükmünde kararnameleri de aynı yönde değiştirmek ve bunlardan bir kısmını tamamen yürürlükten kaldırmak şarttır.
Ülkemizde yasa, insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayan bir işlev görmekte iken uygulama, zaman zaman yasaya daha da olumsuz bir işlev kazandırmaktadır. Demokratik bir yönetimin önde gelen koşullarından biri "açıklık" ya da "saydamlık" olmasına rağmen Türkiye'de idare, öteden beri kapalı bir kutu olagelmiştir. Yönetim, yükümlü olduğu durumlarda bile yeterince açık değildir. Vatandaşın başvurusuna çoğu kez cevap vermeyen idare, kamu görevlileri eliyle işlenen cinayetlerde bile ciddi bir açıklama yapma gereği duymamaktadır.
Burada ve şu anda ayrıntılarına giremediğimiz tüm bu faktörler, insan haklarını Türkiye için genel ve çok önemli bir sorun haline getirmiş bulunmaktadır. Bu sorunun çözümü de ülkemizin yeniden bir devlet; yeniden bir insan tanımı yapmasından geçmektedir. Çünkü mevcut sistem, insan haklarını korumaya elverişli değildir ve sürekli insan hakları sorunu üretmektedir.
Bugün için yapılması gerekenlere gelince, bunları daha somut ve maddeler halinde ele almak mümkündür.
1. Ara Rejim Sürecine Teslim Olunmaması: Türkiye'de insan hakları ve demokrasi adına olumlu bir adım atılmak isteniyorsa, ilk yapılması gereken, her şeyden önce 28 Şubat'la daha da yoğunlaşan baskıcı ve yasakçı sürece karşı direnmek olmalıdır. Mevcut temel hak ve özgürlük alanlarının her geçen gün daraltıldığı, askeri ve sivil bürokrasinin Meclis ve sivil hükümet üzeri konumunun pekiştiği bu sürece direnmek, yani en azından mevcut sınırlı özgürlük alanımızı korumak, bunun için kararlılık göstermek, insan hakları adına en hayati önceliği taşımaktadır. Bu sivil kararlılık gösterilmeksizin herhangi bir iyileştirme çabasından sonuç almak mümkün değildir.
2. Temel İhlal Alanlarında Gereken Adımların Atılması: Ülkemizde insan hakları sorunu çok çeşitli alanlarda süregelmektedir. Bunlar arasında en büyük ve köklü olan iki soruna ve bu iki sorun alanında yapılması gerekenlere öncelikle değinmek istiyorum. Güneydoğu'da yaşanan ve hala birçoklarının telaffuz etmekten dahi çekindiği Kürt sorununda, içinde bulunduğumuz süreçte çatışmalar dinmiş görünmektedir. Bu ortam, barış için bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Çatışmaların şimdilik dinmiş görünmesi, Kürt sorununun bittiği anlamına gelmemektedir. Barışçıl çözüm için gerekli adım ve açılımlar yapılmalı, Kürtlerin varlığı tanınmalı, etnik ve kültürel haklarının iadesi yönünde bir reform programı hazırlanmalı ve uygulanmalıdır. Böyle bir programın genel çerçevesinin belirlenmesi sürecinde, konuyla ilgili ulusal ve bölgesel sivil toplum örgütlerinin katkıları sağlanabilir. Sorun bizim sorunumuzdur ve başkaları çözmeye kalkışmadan bizim çözmemiz zorunludur. Kaldı ki, insan hakları esas alınarak ve tek tipçi politikalardan vazgeçilerek, anayasal vatandaşlık temelinde geliştirilecek çok kültürlülük politikalarıyla bu sorun kolayca çözümlenebilir.
Hak ihlallerine sahne olan diğer bir alan da din özgürlüğüdür. İrtica ile mücadele adına -ki aslında devletin böyle bir görevi yoktur ve hiçbir hukuk devletinin de olamaz- bir kısım bürokratlarca dayatılan ve açıkça insan hakları ihlallerine yol açacak yasa tasarılarının TBMM'ne sevki durdurulmalı, bu alanda yapılmış düzenlemeler, Türkiye'nin imzaladığı uluslararası insan hakları belgelerindeki standartlara uygun hale getirilmelidir.
Sayın Bakan, Değerli Konuklar,
Büyük medyada yer almadığı için toplumun bazı kesimlerinin yeterince haberdar olmadıkları bir gerçek vardır; başörtülü kadınların öğrenim ve çalışma alanlarından dışlanmasından, bürokraside dindar personel kıyımına; İmam Hatip Liselerinin kapatılmasından, bu okullardan mezun gençlerin art niyetli bir puan hesaplama yöntemiyle üniversite dışında bırakılmalarına kadar çok boyutlu bir baskı altında çırpınan bir toplum kesimi vardır. Uzaktan bakıldığında pek belli olmasa da içten içe büyüyen bir yara vardır ve her geçen gün vahim bir toplumsal çatışmanın tohumları, bu yaradan beslenerek büyümektedir. Burada tarihin ve sizlerin huzurunda şunu belirtmeyi bir borç biliyorum; henüz geri dönüşü olmayan bir noktaya gelinmemişken, bu yara barışçıl yöntemlerle iyileştirilmeli; Kürt sorunundakine benzer acılar henüz yaşanmamışken önlem alınmalıdır. Zira siyasal sorumluluğun ötesinde, kaçınılmaz bir vicdani sorumluluk hepimizi kuşatmaktadır.
Çözüm Koşulları ve İzlenmesi Gerekli Yol ve Yöntemler
Bu sorunların çözümünün gerekli koşullarıyla, bizce izlenmesi gereken yol ve yöntemleri de şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Siyasi İradenin Birey ve Topluma Güven Duymasının Zorunluluğu: Hükümetler, bireylere, topluma ve insan hakları alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerine, en azından bürokratlara güvendikleri kadar güvenmelidirler. Bunu, bugüne dek insan hakları ihlallerine uğrayan vatandaşların veya insan hakları örgütlerinin, ilgili makamlara yaptıkları başvuruların, -sunulan raporlara ve gösterilen belgelere rağmen- çok azından bir sonuç alabildiklerini yakından bilen bir insan hakları savunucusu olarak söylüyorum.
2. Devlet ve İnsan Hakları Örgütleri Arasında Sağlıklı Bir İlişkinin Tesisi: Ne yazık ki ülkemizde insan hakları örgütleri, hak ihlaline uğradığını dile getirdikleri, haklarını savundukları birey ya da gruplarla özdeşleştirilmekte ve aynen onlar gibi suçlanmaktadırlar. Bu yüzden, devletle insan hakları örgütleri arasında sağlıklı bir ilişkinin kurulabilmesi için öncelikle bu örgütlerin kötü niyetli olduklarına ilişkinin önyargılardan kaynaklanan karalama politikalarının; özetle bu örgütlerle ilgili resmi tutumun terk edilmesi gereklidir. Dolayısıyla bu alanda atılması gereken ilk adımlar siyasi iradeye düşmektedir. Yasama ve/veya yürütme organı bünyesinde insan hakları alanında faaliyet göstermek amacıyla oluşturulmuş birimlerin, insan hakları örgütleriyle diyalog ve işbirliği imkanlarını bulmaları büyük önem taşımaktadır. Bu çerçevede siyasi iradenin söz konusu sivil toplum örgütlerine güvenmesi kadar, onlara güven vermesi de zorunludur. Örneğin kısa bir süre önce derneğimizin tüm şubelerinin basılması ve üyelerimizin ev ve işyerlerinin aranması, çalışanlarımızın baskı ve tacize uğratılması ve hukuk dışı yaptırımlara maruz bırakılması gibi olaylar üzerine yaptığımız başvurulardan bir sonuç alamayışımızda somutlaşan güven bunalımının aşılması önemlidir. Zira sivil örgütler bu tür durumlarda genellikle muhatap bulamamaktadırlar.
3. Mevcut Mekanizmaların İşlevsel Kılınması: Ülkemizde özellikle kamu yönetimi alanında kronikleşmiş sorunların aşılması için her dönemde bir reform ve yeniden yapılanma faaliyetine girişilir, mevcut mekanizmalar kaldırılıp yenileri kurulur, personelin pozisyonu değiştirilir ve yeni birimler oluşturulur. Bu tür çabalar, kimi zaman olumlu bazı sonuçlar verebilir, ancak yeni bir birim oluşturmak kadar, hatta belki ondan da önemlisi, mevcut olanın işlevsel kılınabilmesidir. Türkiye'nin insan hakları sorununun çözümü, her seferinde yeni bir siyasi, idari veya adli birimin kurulması veya farklı bir teşkilatlanmaya gidilmesi gibi düzenlemelerle gerçekleştirilemez. Sorun, insan haklarıyla ilgili birimin bakanlık, başkanlık, üst kurul veya komisyon biçiminde yapılandırılmış olmasından değil, onun işleyiş biçiminden kaynaklanmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, aslında son derece yararlı bir işlev görebilecekken, insan hakları ihlallerine ilişkin tüm başvurularda, ihlalin gerçekleşip gerçekleşmediğini incelemek yerine, ihlali üreten birime konuyu sormakta ve aldığı cevabı, bu birimin dilinden özetleyen bir üst yazıyla, başvuran kişi veya kuruma göndermektedir. Başbakanlık İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu da ne yazık ki bundan farklı bir işlev görmemektedir, görememektedir. Çözüm, bu komisyonun ve diğer ilgili birimlerin farklı bir örgütlenmeye gitmesi veya onların yerine yenilerinin kurulmasından çok, bu birimlerin işlevsel kılınması için kararlılık gösterilebilmesindedir.
4. Tutarlı Bir İnsan Hakları Perspektifinin Gerekliliği: İnsan hakları alanında, beklenen olumlu mevzuat değişikliklerinin yapılabilmesi veya başarılı bir teşkilatlanmaya gidilmesi, her şeyden önce bunu yapacak siyasi otoritenin tutarlı ve kapsayıcı bir insan hakları perspektifine sahip olmasına bağlıdır. Başka bir ifadeyle, insan hakları alanında olumlu değişikliklerin yapılabilmesi için bakanlık veya komisyon kurmak ve bunu etkin bir biçimde çalıştırmak; ancak ve ancak, bu çabalar kabul edilebilir bir insan hakları anlayışına dayanıyorsa ve içtenlikle yürütülüyorsa anlamlı olabilir. Bunu belirtmemin nedeni, demokrasi, laiklik, hukuk devleti gibi kavramların evrensel anlamlarından koparılarak "bize özgü"leştirilmesi, gerçek muhtevasından koparılması ve böylece "zararsız" hale getirilmesi çabalarının, şimdilerde insan hakları kavramına teşmil edilmeye çalışılmasıdır. Bu kavramların uluslararası alandaki prestijini göz ardı edemeyen, ancak, onları gerçek anlam ve içerikleriyle işlevselleştirmek de istemeyen rejimlerin ortak özelliği, onları sureta kabul etmek, ama fiilen uygulanamaz kılmak olagelmiştir. Devlet veya hükümet nezdinde insan hakları nasıl algılanmaktadır? İnsanın sırf insan olmak bakımından sahip olduğu, dil, din, cins, ırk ve başka herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, hiçbir bireyi düşüncesinden, inancından, giysisinden, etnik kimliğinden dolayı suçlamayan, evrensel geçerliliği olan bir kavram olarak mı, yoksa Milli Eğitim Bakanlığı'nca ilköğretim okullarında "Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi" adı altında okutulan kitapta somutlaşan ve resmi ideolojiyi taşımayı bir görev ve ödev olarak tanımlayan, çocuklara insan hakları başlığı altında "iç ve dış düşmanlar" paranoyası aşılamaya çalışan ve TSK tarafından korunduğu öğretilen bir kavram olarak mı? Bu okullarda okutulan anlamda bir insan hakları anlayışına dayalı herhangi bir teşkilatlanma veya faaliyet yapılacaksa, doğrusu hiç yapılmaması tercih edilir.
Sayın Bakan, Değerli Katılımcılar,
Anayasa'da, çeşitli yasalarda yapılması gereken düzenlemeler ve uygulamada en çok yaşanan sorunlar üzerinde tek tek durmayacağım. Bu hususları, çok özet bir biçimde yazılı olarak takdim edeceğim. Ancak izin verirseniz, bir hususu dikkatlerinize sunarak sözlerimi noktalamak istiyorum.
Güvenlik, kuşkusuz devletin temel görevleri ve politikaları arasında önemli bir yer işgal eder. Türkiye'de ise, temel devlet politikalarının tesbitinde güvenlik kavramı ve doğal olarak güvenlik güçleri, neredeyse tek belirleyici faktör durumundadır. Bu nedenledir ki bizde hükümet olmak, iktidar olmak anlamına gelmemektedir ve sivil siyasetçiler, halk adına egemenliği tam kullanamamaktadırlar. Öte yandan Türkiye NATO üyesidir ve TSK ile NATO arasında da yakın işbirliği bulunmaktadır. TSK tarafından hazırlanan Milli Askeri Stratejik Konsept'lerde birtakım muhalif çevreler doğrudan "düşman" kavramı ile tanımlanmaktadır ve bir sıralamaya tabi tutulmaktadır. İşte bu iç düşmanlara ilişkin sıralama, aynı zamanda insan hakları ihlallerinin yoğunlaşacağı alanların da sıralamasına işaret etmektedir. Ancak bu iç düşman sıralamasının, hep NATO'nun konsept değişikliğine paralel bir biçimde değişmesinin bir açıklaması olmalıdır diye düşünüyorum. SSCB ve dolayısıyla komünizmin, NATO için en önemli düşman olarak ilan edildiği yıllarda, komünizmin başını ezmek adına solcu aydınları, gazetecileri, politikacıları yıllarca zindanlarda çürüttük. Yıllar sonra SSCB dağıldı ve NATO konsept değişikliğine gitti ve en önemli düşmanın İslam olduğuna karar verdi; hemen ardından ülkemizde de "irtica" düşmanı yeni MASK ile ilk sıraya çıkarıldı ve İslami kesim üzerindeki baskılar artmaya başladı. NATO'nun konsept değişikliğinin temellerinin hangi üniversitelerde, enstitülerde ve merkezlerde oluşturulduğu bilinmektedir. Aynı odakların, bir yandan İslam Fundamentalizmi tehlikesini dünyanın gündemine sokmaya çalışırken, diğer yandan da çeşitli ülkelerdeki din özgürlüğüne yönelik baskıları izlemeye ve bu alanda dünya kamuoyunu duyarlı kılmaya çalışmalarını dikkatlerinize sunmak istiyorum.
Sonuç olarak; insan haklarının ülkemizde de geliştirilmesi ve korunması için her şeyden önce samimi olmak ve insan haklarını herkes için isteyen bir perspektifi geliştirmek gerekmektedir. İnsan haklarını, her zaman, her yerde ve herkes için savunabilmek için de, öncelikle kendimiz özgürleşmek zorundayız. Gerçekten özgür milletvekillerinden oluşan özgür bir yasama organının ve onun içinden çıkmış özgür bir yürütme organının beklenen değişiklikleri yapabileceğine inanıyorum. Hepimizin hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak; devleti bize karşı değil, bizleri devlete karşı koruyacak bağımsız ve yansız adil yargı organlarına da ancak o zaman kavuşabiliriz. Bunun ilk adımını da, bundan böyle yasama ve yargı faaliyetlerinde, Türkiye'nin usulüne uygun onayladığı uluslararası insan hakları belgelerinin gözardı edilmemesini sağlamak olabilir diye düşünüyorum.
Hepinize teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.
14 Ekim 99
TÜRKİYE'NİN İNSAN HAKLARI SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ
TEMEL YAKLAŞIMLAR VE ÖNERİLER
Evrenselliği dolayısıyla uluslararası politikada her geçen gün ağırlığı artan insan hakları, artık bir yandan devletlerin egemenlik sınırlarını zorlamakta, bir yandan da yönetimlerin meşruiyetinin ölçümünde temel kriter olarak alınmaktadır. Hiçbir devlet, egemenlik sınırları içerisinde yaşanan insan hakları ihlallerini, artık bir iç sorun olarak nitelendirememektedir. Daha insanca yaşanabilir bir dünyanın kurulması bakımından olumlu karşılanması gereken bu gelişme, ne yazık ki insan haklarının, uluslararası ilişkilerde bir pazarlık malzemesi, bir baskı aracı olarak kötüye kullanılmasını da beraberinde getirmektedir.
Tüm ülkelerde, değişik alanlarda ve farklı oranlarda insan hakları ihlalleri yaşanmaktadır. Ancak Türkiye, insan hakları bakımından çokça tartışılan ve sürekli gündemde olan ülkeler arasındadır. Ülkemizde insan haklarının geliştirilmesi ve korunması ve hemen hemen her alanda yaşanan insan hakları ihlallerinin son bulması için, insan hakları ihlallerinin kaynakları ile nedenlerinin sağlıklı bir şekilde belirlenmesi ve Türkiye'nin insan hakları sorununun doğru tanımlanması gerekmektedir. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de, gerçekten sorunun çözümlenmesi için iyi niyetli olmak, serinkanlı ve hoşgörülü davranmak ve birtakım ön yargılardan kurtulmak büyük önem taşımaktadır. Bugüne kadar ülkemizde insan haklarının geliştirilmesi ve korunması yolunda atılan adımlar, -genel olarak siyasetçilerimizin inkar etmelerine karşın- ne yazık ki daha çok dış dinamiklerden kaynaklanmıştır. Oysa hiçbir dış tepki ya da baskı söz konusu olmaksızın, daha insanca yaşanan bir ülke ve bir toplum oluşturulması için ve kendimiz için insan haklarının evrensel standartlara kavuşturulması bir zorunluluktur.
İnsan hakları sorunu, Türkiye'nin en temel sorunudur. İnsan hakları, pozitif hukuk tarafından tanınmış olsun olmasın, ayrım gözetilmeksizin insanların sahip olmaları gereken tüm hak ve özgürlükleri ifade eder. Dolayısıyla insan hakları, pozitif hukukun dışında ve üstünde bir anlam taşır. Yalnız olanı (kamu otoritelerince tanınanı) değil, olması gerekenleri de içine alır. Bu da sürekli bir arayışı ve yürüyüşü ifade eder. Bu yüzden "insan hakları" teriminin içeriğini dolduran hammadde hukuk ise, ona yön çizen ve ivme kazandıran asıl itici güç, kendini dar hukuk kalıpları içine hapsetmeyen felsefi düşünce, insanlık anlayışı ve siyasal eylemlerdir.
Türkiye'nin insan hakları sorununun hukuki temelinde, Anayasa'ya ve genel olarak tüm yasalara yansıyan insan ve devlet anlayışı yatmaktadır. Mevcut hukuk anlayışımızda insan, devlet için vardır. Aslolan devlettir, devletin çıkarlarıdır. "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü" ifadesinde de çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıktığı üzere devlet, "milletin devleti" olarak değil, millet "devletin milleti" olarak tanımlanmaktadır. Bunun altında yatan düşüncenin sorgulanmasıyla işe başlamak gerekmektedir.
ANAYASAYA İLİŞKİN ÖNERİLER
Tüm dünyada Anayasalar, insan hak ve özgürlüklerini güvence altına alan toplumsal sözleşmeler olarak algılanmakta ve bu doğrultuda işlev görmektedirler. Bizde ise tam tersine; hazırlanışı ve oylanması açısından demokratik olmayan 1982 Anayasası, içeriği bakımından da devleti öne çıkarmakta, bireyin hak ve özgürlüklerini geriye itmektedir.
1982 Anayasasında demokrasi, laiklik, hukuk devleti gibi artık evrenselleşmiş ve sürekli evrim geçiren kavramlar millileştirilmiş ve özgürlüklerin asıl, kısıtlamaların istisnai olduğu ilkesi tersine işletilmiştir. 1961 Anayasasında öngörülen "insan haklarına dayalı" devletin yerini, 1982'de "toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı için var olan ve bu çerçeve içinde "insan haklarına saygılı" bir devlet anlayışı almıştır. Bunun nedenini, anayasa koyucunun temel kaygılarında ve devlete yüklemek istediği amaçlarda aramak gerekir. Anayasa koyucunun 1982'de anayasayı yaparken taşıdığı temel kaygı "devlet otoritesi"nin pekiştirilmesi olduğu için; bireyler birer hak süjesi olarak değil de, bu otoriteyi zaafa düşürmesi muhtemel tehlike odakları olarak görülmüş ve ayrıca devlete, insanın bireysel gerçekliğini aşan ve ona biçim vermeye yönelik amaçlar yüklenmiştir.
Nitekim bir Anayasa hukukçumuz, "Demokratikleşme ve özgürleşme taleplerinin hukuk düzlemindeki en büyük engeli, insan hakları ihlallerinin istinat duvarı durumundaki Anayasanın kendisi olmaktadır. O kadar ki, 1982 Anayasası, haklar sistemi açısından güvencesiz, ama pratikte geliştirilmeye açık olan 1924 Anayasasından bile bu konuda daha geridir." görüşünü dile getirmektedir.
Anayasanın insan haklarıyla uyumlu hale gelmesini sağlayacak şekilde ciddi değişikliklere uğratılması -tercihan baştan aşağı yeniden yapılması- gereklidir.
Böyle bir durumda göz önünde tutulması gereken bazı hususları özetle şu şekilde belirtebiliriz:
1. Anayasanın "Başlangıç" kısmı kaldırılmalı ve yerine insan hakları, hukuk devleti ve demokrasiyi temel hedefler olarak vurgulayan kısa bir metin konulmalıdır. Çünkü, bugünkü değiştirilmiş haliyle bile, milliyetçi-dayanışmacı toplum anlayışına ve kutsal ideoloji devleti düşüncesine dayanan, kollektif varlığı, özgürlükler karşısında öncelikli sayan bir felsefeyi yansıtan Başlangıç kısmı, söz konusu ideallere tümüyle aykırıdır. Bu felsefenin, anayasacılığın, devlet iktidarını birey özgürlükleri karşısında sınırlama şeklindeki evrensel amacıyla hiçbir biçimde bağdaştırılması mümkün değildir. Çünkü, işaret edilen özelliklerin tümü, insan hakları karşısında devletin keyfi gücünü azgınlaştırmaktan başka bir şeye yaramaz, yaramamaktadır da.
2. "Cumhuriyetin nitelikleri" (m. 2) arasından "milliyetçiliğe bağlılık" çıkarılmalıdır. Bir devlet olsa olsa "milli" veya "ulusal" olabilir. Bir anayasal demokrasi kültürel, etnik, dini ve ideolojik çoğulculuğu bir veri olarak kabul eder ve meşru tanır. Oysa, "milliyetçi devlet"in resmi milliyet anlayışı dışında kalan, farklı etnik ve kültürel geleneklerden gelen yurttaşları karşısında tarafsız ve eşit davranması mümkün değildir.
3. Aynı maddede yer alan ve Başlangıç'taki korporatist-otoriteryen felsefenin bir uzantısı olan "milli dayanışma... anlayışı içinde" ibaresi çıkarılmalı, "insan haklarına saygılı" ibaresi "insan haklarına dayanan" biçimine sokulmalıdır. Ayrıca, "laik" sıfatı bu maddeden çıkarılarak, dini ve ideolojik çeşitliliği tanıyan ve devletin tarafsızlığını vurgulayanan bir formül halinde ayrı bir fıkra veya madde olarak düzenlenmelidir.
4. Anayasaya şu şekilde yeni bir madde eklenmelidir:
"Devlet dini ve ideolojik çeşitliliği tanır, herhangi bir dini veya mezhebi özel olarak kayırmaz. Devlet bütün dinlerin, dini yorumların ve inançların serbestçe örgütlenmesinin önündeki engelleri kaldırır, herkesin din ve vicdan özgürlüğünü ve dini inançların gereklerini serbestçe yerine getirmesini güvence altına alır."
Bu hükme paralel olarak Diyanet İşleri Başkanlığı'nın da (m. 136) kaldırılması gerekir.
5. Temel hakların tanımına ilişkin 12. maddenin 2. fıkrası kaldırılmalıdır. Çünkü, burada yer alan hüküm, insan haklarını kayda bağlamak suretiyle, birinci fıkradaki tanımı geçersiz hale getirmektedir.
6. "Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlanması"na ilişkin 13. madde şu şekilde yeniden yazılmalıdır:
"Temel hak ve hürriyetler, başkalarının aynı nitelikteki haklarının korunması için ve demokratik bir toplumda zorunlu olduğu ölçüde ulusal güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin ve genel sağlığın korunması amaçlarıyla ve kanunla sınırlanabilir. Kanun, temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunamaz."
7. "Temel Hak ve Hürriyetlerin Kötüye Kullanılamaması" başlıklı 14. madde kaldırılmalıdır. Hakların kötüye kullanılmasının koruma görmeyeceği zaten mahkemelerin re'sen gözetmeleri gereken evrensel bir hukuk ilkesi olduğu için, anayasada ayrıca belirtilmesine gerek yoktur.
8. "Temel Hak ve Hürriyetlerin Kullanılmasının Durdurulması" başlıklı 15. maddenin 2. fıkrasında yer alan "ölüm cezalarının infazı" ibaresi metinden çıkarılmalıdır.
9. "Kişinin Hakları ve Ödevleri" başlıklı Bölüm buraya kadar atıfta bulunulan ilkeler ışığında, gereksiz kısıtlamalardan arındırılacak şekilde yeniden düzenlenmelidir.
10. Bu çerçevede 24 madde gözden geçirilmelidir. Şöyle bir formül düşünülebilir: "Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Dini ibadet, ayin ve törenler serbesttir; toplu veya kamu hayatıyla ilgili sonuçları bulunan ibadetlerde genel sağlık ve kamu düzeni gerekleri göz önünde bulundurulur. Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya zorlanamaz. Kimse dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, bunlardan dolayı kınanamaz ve suçlanamaz."
11. Anayasanın 26. Maddesinde geçen "devlet sırrı"nın sınırları muğlak bırakıldığından keyfi uygulamaları önleyici düzenleme yapılması gerekmektedir. Ayrıca "kanunla yasaklanmış dil", çağdaş ve modern Türkiye'ye yakışmamaktadır.
12. Anayasanın 42. maddesi, başlığından başlayarak özgürlükçü bir anlayışla, aşağıdaki şekilde değiştirilmelidir:
"Eğitim ve Öğrenim Özgürlüğü ve Hakkı"
"Anayasal ilkeler çerçevesinde her türlü eğitim ve öğrenim serbesttir. Kimse eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz.. İlköğretim herkes için zorunlu olup devlet okullarında parasızdır.
Din öğretimi devlet okullarında isteğe bağlıdır. Bu öğretim belli bir dinin veya mezhebin inanç ve uygulama esaslarının dayatılması biçiminde olamaz. Özel din okullarının ve din eğitimi ağırlıklı özel okulların kurulması serbesttir."
13. Vatandaşlığın kazanılmasında (m. 66) "kan esası" yerine "mülkilik" esası geçirilmelidir. Türkiye'de doğan çocuk Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sayılmalıdır.
14. Anayasanın 67. maddesindeki, seçme hakkı için öngörülen "vatandaşlık" şartı, yerel yönetimler bakımından kaldırılmalı , er ve erbaşlar ile askeri öğrencilere de seçme hakkı tanınmalı ve seçilme yaşı (m. 76) 25'e indirilmelidir.
15. Anayasanın 68. maddesinin 3 fıkrası, "Siyasi parti kurmak izne tabi değildir. Bütün siyasi partiler anayasal güvence altındadırlar." şeklinde değiştirilmeli ve izleyen fıkralar kaldırılarak maddeye şu fıkra eklenmelidir:
"Siyasi partiler kapatılamaz. Bu hüküm suç işleyen parti üyelerine müeyyide uygulanmasına engel değildir."
16. Anayasanın 69. maddesi kaldırılmalıdır.
17. Anayasanın 81. maddesindeki milletvekili andı, evrensel hukuk ilkeleri ve insan hakları standartları esas alınarak yeniden düzenlenmelidir.
18. 125. maddenin, yargı denetimine kısıtlama getiren 2. ve 6. fıkraları kaldırılmalıdır.
19. 129. maddenin 3. fıkrasında yer alan "uyarma ve kınama cezalarıyla ilgili olanlar hariç" ibaresi metinden çıkarılmalı, aynı maddenin son fıkrası yürürlükten kaldırılmalıdır.
20. Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırılmalıdır (m. 143).
21. Askeri yargıyı düzenleyen 145. maddenin 2 fıkrası kaldırılmalıdır.
22. "İnkılap Kanunlarının Korunması" başlıklı 174. madde yürürlükten kaldırılmalıdır.
23. Anayasanın geçici 15. maddesi kaldırılmalıdır.
PARALEL DEĞİŞİKLİKLER
Tüm bunlara karşın, mevcut anayasaya rağmen, yapılacak yasal düzenlemelerle insan haklarının önemli ölçüde geliştirilmesi ve korunması mümkündür. Anayasanın insan hakları açısından yukarıda belirtilen şekilde ıslahının işe yaraması için, yürürlükteki kanun ve kanun hükmünde kararnameleri de aynı yönde değiştirmek ve bunlardan bir kısmını tamamen yürürlükten kaldırmak gerekir. Bu çerçevede akla gelen başlıca kanunlar şunlardır: Terörle Mücadele Yasası, Tevhid-i Tedrisat Kanunu (kaldırılmalı), Türk Ceza Kanunu, Dernekler Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu ve bütün bir seçim mevzuatı, Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kuruluşu hakkındaki kanun (kaldırılmalı), Milli Eğitim Temel Kanunu, Özel Okullar Kanunu, Yükseköğretim Kanunu, Vatandaşlık Kanunu, Anayasa Mahkemesinin kuruluşu hakkında Kanun, Belediye Kanunu, Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kanunu (kaldırılmalı), Devlet Memurları Kanunu, Memurin Muhakematına Dair Kanunu Muvakkat, İdari Yargılama Usulü Kanunu, Sıkıyönetim Kanunu, Olağanüstü Hal Kanunu, askeri yargıyla ilgili mevzuat ve RTÜK ve RTÜK'le düzenlemeler.
YASAMA ORGANI VE YASALAR
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşuna öncülük eden birinci TBMM döneminin başlıca gündem maddesi, bireyin hak ve özgürlüklerinden çok ulusun kurtuluşu ve özgürlüğü olduğundan, o dönemden kaynaklanan ve insan haklarını kısan bazı yasalar, eski ya da ağırlaştırılmış biçimleriyle hala yürürlükte bulunmaktadırlar.
12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden itibaren 7 Aralık 1983 tarihine kadar yasama yetkisini kullanan Milli Güvenlik Konseyi, toplumsal, siyasal ve kamusal hayatın bütün kesimlerini yeniden yapılandıran yasaları bizzat yapmış bulunmaktadır. Bu yasalar, yasa değişiklikleri ve kanun hükmündeki kararnamelerin sayısı, rutin ve geçici yasalar hariç 626'dır. Bunların önemli bir bölümü, temel hak ve özgürlükler, yargı kuruluşları, genel ve yerel seçimler, meslek kuruluşları, özerk kuruluşlar, sosyal haklar, özel hukuk kuruluşları, mülki amirlerin yetkileri, yargı denetimi, tutuklama, gözaltı, örgütlenme ve siyaset yasakları, olağandışı yönetim usulleri, cezalar, çalışma hayatı gibi doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak insan haklarıyla ilgili konulara ilişkindir. Düzenlemeler, yer yer 1982 Anayasasını bile aşacak derecede anti-demokratiktir. 1983'te yeniden oluşarak faaliyete geçen TBMM ise, o tarihten beri, örneğin seçim yasalarında 11 değişiklik yaptığı halde, insan hakları mevzuatında iyileştirme yönünde pek az düzeltmede bulunmuştur. Yapılan düzeltmeler de daha çok, iç hukuku doğrudan etkileme şansına sahip olmayan, uluslararası normlarla ya da çoğunluk partisinin güdümünde çalışmaya mahkum görünen birtakım organizasyonların (TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu vb) oluşturulmasıyla ilgilidir. Üzerinden tam 16 yıl geçmesine rağmen, bugüne kadar 12 Eylül yönetiminin yasal düzenlemelerine ciddi bir müdahale yapılamamıştır.
Türkiye'de yasa, insan hak ve özgürlüklerinin ve hukuk devleti ilkesinin güvencesi olmaktan çok, bunları kısan ve tehdit eden bir unsur olarak görünmektedir. Bir bilim adamının ifadesiyle "Türkiye'deki insan hakları ihlallerinin büyük bir bölümü yasaldır. Yasalar genelde insan haklarının koruyucusu değil, ihlallerin ana kaynağıdır" Dolayısıyla, "...yönetimin insan haklarını ihlal eden işlem ve eylemlerinin pek çoğunun açık ya da kapalı yasal dayanağı vardır. Ancak buradaki 'yasallık', hak ve özgürlüğün güvencesi değil, ihlalleri meşrulaştıran bir kılıftır. Böylece Türk (hukuk) sistemi, insan haklarını programlı bir şekilde güdükleştiren bir yasal yönetim paradoksuna oturmuştur. Bu paradokstan kurtulmak için, "Yasa" kavramını sorgulamak, "Yasa" denen hukuk normunun bizde son yıllarda uğradığı anlam ve işlev bozukluğunu saptamaktan başka çare yoktur."
YÜRÜTME
Uygulama, zaman zaman yasaya daha da olumsuz bir işlev kazandırmaktadır. Örneğin, dernek kurma hakkı, yasada bile izne bağlı değilken, birtakım derneklerin kuruluş aşamasında Valiliklerce çıkarılan sistemli güçlükler ve engellemeler, "fiili bir izin" sistemine yolaçmıştır. Basın sansüre bağlı değilken, "dağıtımının durdurulması", ya da sürekli toplatma şeklindeki uygulamalar ve son dönemlerde, yayın kuruluşlarının yetkililerine Başbakanlık'tan bir tür güvenlik belgesi alma zorunluluğu getirilmesi, "fiili bir sansür rejimi"ne doğru gidişin habercisidir ve iletişim özgürlüğünü adeta yok eden uygulamalardır. "Düşünce suçları" konusunda mahkeme içtihatlarının izlediği otoriter seyir, bunlarla ilgili maddeleri bile aşan sonuçlar vermiştir.
Genel olarak dünyada birleşme özgürlükleri (dernek, toplantı, sendika, grev vb.) yasayla tanınmadan da kullanılabilmişken, Türkiye'de bunlardan yararlanabilmek için yasanın bunları "bağışlaması"nı beklemek gerekmiştir.
Demokratik bir yönetimin önde gelen koşullarından biri "açıklık" ya da "saydamlık" olmasına rağmen, Türkiye'de idare, ötedenberi bir kapalı kutu olagelmiştir. 1980'lerde yoğunlaşan milli güvenlik devleti anlayışı ve bunun paralelindeki uygulamalar (güvenlik soruşturmaları, fişlemeler, kişilerle ilgili bilgilerin idari mahkemeden bile saklanması vb), idarenin kapalılığını ve tek yanlılığını daha da artırmıştır. Zamanla terkedilen bu uygulamalar, son dönemlerde yeniden uygulanmaya başlamıştır.
Yönetim, yükümlü olduğu durumlarda bile yeterince açık davranmamaktadır. Örneğin Anayasanın "Kendileriyle ilgili başvurmaların sonucu, dilekçe sahiplerine yazılı olarak bildirilir." amir hükmüne karşı, uygulamada idarenin çoğu kez cevap dahi vermediği görülmektedir. Bunun sayısız örnekleri verilebilir. Kaldı ki, Türk kamu yönetiminin idari, yargısal ve siyasal denetim mekanizmalarında da önemli aksaklıklar bulunmaktadır.
Aşırı merkeziyetçi yapı ve anlayış ile, askeri otoritelerin sivil otoriteler üzerindeki baskısı; siyasal kurumlar ve parlamenter denetimle yargı denetimini büyük ölçüde zayıflatmıştır. Bu da, tüm sorunların baskı ve şiddetle çözümlenmeye çalışılması ve başka çözüm yolları önerilmesine yaşam hakkı tanınmaması gibi sonuçlar doğurmuştur. Devlet örgütlenmesinin bu yapısı, denilebilir ki, tüm alanlarda önemli insan hakları ihlallerinin yaşanmasının en önemli nedeni olarak önümüze çıkmaktadır.
Bu nedenle, yoğun insan hakları ihlallerinin yaşandığı alanlarda birtakım düzenlemelerle sorunu çözmek mümkün gözükmemektedir. Çünkü Türkiye'nin; insan haklarının geliştirilmesine yönelik kimi lokal düzenlemelere değil, deyim yerindeyse köklü bir insan hakları devrimine ihtiyacı vardır. Ancak böylece devlet; kutsanmasından vazgeçilerek, insana hizmet eden bir araca dönüştürülebilir ve insan haklarına dayalı bir yapılanmayı gerçekleştirmek mümkün olabilir.
BAZI ALANLARDA YAŞANAN İNSAN HAKLARI SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
1. Uzmanlardan bir komisyon oluşturularak Anayasa ve tüm mevzuat taranmalı, insan haklarına aykırı düzenlemeler belirlenmeli ve yeni öneriler hükümete ve TBMM'ne ulaştırılmalıdır. İnsan hakları örgütleriyle işbirliği yapılarak sürdürülmesinde yarar olan bu çalışmada, özgürlükler sorunu ile devlet yetkileri sorunu birlikte ele alınmalı; bireylere ne kadar az hürriyet tanınırsa, o kadar etkili bir devlet teşkilatının kurulacağı yaklaşımının büyük bir yanılgı olduğu ortaya konulmalıdır. Çünkü bu anlayış, siyasal sistemleri; güçlü, etkili ve rasyonel işleyen bir anayasal teşkilata değil, "ceberrut devlet"e itmektedir. Oysa bir anayasal demokraside devlet, gücünü, kendini bireylere zorla kabul ettirerek değil, bireylerin onayını alarak ve toplumun ihtiyaçlarından hareket ederek oluşturabilir. Anayasal devletin otoritesi, zora değil, rızaya dayanır.
2. Yasama faaliyetlerinde ve yargıda, ulusalüstü hukukun, Türkiye'nin usulüne uygun onayladığı bildirge ve sözleşmelerin, iç hukuka yansıtılması çalışmaları hızlandırılmalıdır. Basın affı ve eğitim reformu diye isimlendirilen tasarıların yasalaşması sürecinde, ulusalüstü belgeler hatırlanmamış ya da gözönünde bulundurulmasına ihtiyaç duyulmamıştır. Bu yüzden yeni çıkarılan yasalarla da, insan hakları çiğnenmeye devam edilmektedir.
3. Özgürlüklerin korunmasında asıl görev yargıya düşmektedir. Yargı ile ilgili olarak ülkemizde önemli sorunlar vardır. Yargı yolu çeşitliliği, yargıç bağımsızlığı ve güvencesi, askeri yargı alanının siviller aleyhine genişlemesi bunlardan bazılarıdır. Yargının karşı karşıya olduğu sorunlardan biri de 1982 Anayasası ile getirilen yargı kısıtlarıdır. Her ne kadar Anayasa'nın 125. maddesinde "İdarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır." şeklinde bir hüküm varsa da, Anayasa'nın kendisi bu genel kurallara istisnalar getirmiştir. Buna göre, Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemler (md.105), Yüksek Askeri Şura kararları (md.125), Sayıştay kararları (md. 160) ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına karşı yargı yolu kapatılmıştır. Bir hukuk devletinde, hele hele Anayasası'nda "idarenin her türlü işlem ve eylemine karşı yargı yolunu açık" tutmak isteyen bir devlette, bu tür düzenlemelere yer verilmemiş olması gerekir. Burada belirtilmesi gereken bir başka nokta, bu düzenlemelerin oldukça da kötüye kullanıldığıdır. Yargı kısıtları nedeniyle dava tehdidi altında olmayan idare, yetkisini tam bir serbesti içinde kullanabilmektedir. Bugün için, örneğin orduyla ilişiği kesilen bir personelin, hangi nedenle ilişiğinin kesildiğini tespit etme olanağından yoksunuz. Bu, en başta yargı yoluna başvuramayan kişilerin kişisel haklarının ihlali anlamına gelmekte, ancak bunun ötesinde hukuk devletinin ağır bir darbe alması sonucunu doğurmaktadır. Önümüzdeki dönemde yargı kısıtları sorununun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne sıkça götürüleceğini de hesaba katacak olursak, yargı kısıtı içermeyen bir anayasaya olan ihtiyacı daha iyi görebiliriz. Mahkemelerin bağımsızlığı, hakimlik teminatı, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, bu kurulun yapısı ve görevleri, savunma hakkı ve avukatların sorunları gibi pekçok sorun yanında, DGM'lerin varlığı, bunların uzmanlık mahkemesi olmayışları, bunlardaki asker üyelerin varlığı gibi, hukuk devleti içinde kabul edilemeyecek problemlerle hukuk devleti büyük yaralar almaktadır.
4. Cezaevleri için bir paket program hazırlanmalıdır. Çünkü yönetimlerin insan anlayışlarının, insana ne kadar değer verip saygı duyduklarının, dolayısıyla ülkelerin insan hakları düzeyinin çok net biçimde ortaya çıktığı mekanlar, cezaevleridir. Tutuklu ve hükümlünün, toplumdan dışlanması gereken bir suçlu olmak yerine "birtakım hakları da olan bir insan" olduğu görüşünden yola çıkılarak, özgürlükten yoksun bırakma cezasının, suçlunun topluma yeniden kazandırılmasına yönelik olarak uygulanmasına imkan verecek bir düzenlemenin yapılması gerekmektedir. Tutukluların, yargılandıkları ve ailelerinin ikamet ettiği yerlerin çok uzağındaki cezaevlerine sevkedilmemeleri, tutuklu ve hükümlülere ve ailelerine onur kırıcı davranışlarda bulunulmaması, cezaevlerindeki insanların sağlık, beslenme, ısınma, haberleşme, kitle iletişim organlarını izleyebilme gibi insani taleplerinin yerine getirilmesi ve ülkemizin bundan sonra hiç değilse açlık grevleri ve ölüm oruçları gibi istenmeyen olayları yaşamasının önlenmesi sağlanmalıdır. Son dönemlerde hücre uygulamasına yönelik tadilat çalışmalarının hızlandırılması, tutuklu ve hükümlüler ile ailelerini tedirgin etmektedir. Birçok cezaevinde yöneticiler, tutuklu ve hükümlülerle diyalog yollarını kapatmakta ve cezaevlerindeki insanlar, kısıtlanan haklarını alabilmek için canlarını ortaya koymaktadırlar. Adalet Bakanlığı yetkililerinin doğru ve objektif bilgilere ulaşması ve diyalog yollarının güçlendirilmesi bakımından, hukuk ve insan hakları alanında çalışan sivil toplum örgütlerine, cezaevlerinde inceleme imkanı sağlanmalıdır. Nitekim son yıllarda bazı cezaevlerinde yaşanan önemli sorunların pek çoğu, çeşitli sivil toplum örgütlerinin girişimleriyle kısa sürede çözümlenebilmiştir. Bütün bunların ötesinde, cezaevlerinde tutulan insanların can güvenlikleri mutlak surette sağlanmalıdır. Bayrampaşa ve Ulucanlar Cezaevlerinde yaşanan katliamların her ikisinde de her şeye rağmen asıl suçlunun yönetim ve yetkililer olduğu görmezden gelinmemelidir.
5. Ordu-sivil iktidar ilişkilerinin düzenlenmesi, bir başka önemli sorundur. Genelkurmay Başkanlığı'nın Milli Savunma Bakanlığı ile ilişkileri ve MGK'nın varlığı, yapısı ve fonksiyonları, yeniden ele alınmalıdır. AB ile bütünleşme sürecinde, ülkemizde silahlı kuvvetlerin konumunun sorun yaratmaması düşünülemez. Nitekim zaman zaman uluslararası ilişkilerde birtakım protokol sorunları yaşanmaktadır.
6. En yoğun ihlaller, Güneydoğu'da yaşanmaktadır. Bugüne kadar ne devlet, ne de toplum, sorunu doğru tanımlayabilmiştir. İnsan hakları temelinde bu soruna, bölge halkının sorunları, talepleri, hak ve özgürlükleri esas alınarak çözüm arayışlarına girilmelidir. Olağanüstü rejimler, hukuk devletini rafa kaldıran rejimler değil, hukuk sınırları içinde kalmak koşuluyla, idarenin kimi olağanüstü yetkilerle donatıldığı rejimlerdir. Bunun unutulması, bölgede yoğun ve yaygın ihlallere ve AİHM'de mahkumiyetlere yolaçmaktadır. Olağanüstü Hal ve koruculuk uygulamaları artık kaldırılmalı ve bölgedeki kamu görevlilerinin yasadışı ve keyfi uygulamaları yakından denetlenmelidir. Güneydoğu, sürgün yeri olmaktan çıkarılmalı, bölgeye atanacak kamu görevlilerinde, bölge halkının kısa sürede kazanılmasını sağlayacak özel birtakım yetenek ve nitelikler aranmalıdır.
7. Türkiye'de din-toplum ilişkilerinde yine ciddi insan hakları ihlalleri yaşandığı gözlenmektedir. Bu konuda geliştirilen ve Türkiye'ye özgü olduğu Anayasa Mahkemesi kararlarında da açıkça söylenen bir laiklik kavramı ve uygulamaları altında, din özgürlüğü yara almaktadır. Çünkü mevcut laiklik anlayışı, dini kontrol etmek amacıyla bir din tanımlamakta ve bu "resmi" din anlayışını, isteyen-istemeyen, inanan-inanmayan herkese zorla öğretmektedir. Dolayısıyla devlet, bir dini anlayıştan yana tavır takınmakta, tarafsız kalmamakta ve dayatılan din anlayışının dışında kalan tüm dini tutumları dışlamaktadır.
Din eğitiminin zorunlu olmasını ve devletin denetim ve gözetimi altında yapılmasını öngören Anayasa'nın 136. maddesi bu durumun en belirgin kanıtıdır. Bir anayasal demokrasinin gerektirdiği düzenleme, dini kurum ve kuruluşların, devlet kontrolünden kurtarılması ve devletin belli bir din anlayışının temsilcisi görünümünden uzaklaşmasıdır. Bu bağlamda laikliğin; devletin tüm inanç gruplarından eşit derecede uzak durması şeklindeki çağdaş tanımına kavuşturulması da, bir zorunluluktur.
Laik devletin, dini kontrol etmek amacıyla kurduğu teşkilata da güven duymadığı ve Başbakanların veya kimi parti liderlerinin, dini koruma/kurtarma rollerini üstlendiği ve dini gruplar arasında ayrımcı sözler sarfedebildiği bir ülkede yaşıyoruz.
Öte yandan başörtülü öğrencilerin üniversitelere sokulmaması, kendilerine kimlik kartı verilmemesi veya uygulamalı derslere alınmaması gibi uygulamalar, yeniden artmış bulunmaktadır. Bu uygulama, başörtüsünün inanç gereği değil, bir ideolojinin yayılması amacıyla bir simge olarak kullanıldığı gerekçesiyle sürdürülmektedir. Oysa ulusalüstü hukuk belgeleri, din özgürlüğünün, kişinin bir dine inanma/inanmama, inancının gerektirdiği pratikleri ister tek başına, isterse başkalarıyla birlikte yerine getirme ve dinini öğrenme, öğretme ve yayma özgürlüğünü kapsadığını çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı ise başörtüsünün, tüm Müslüman kadınlara bir farz olduğunu açıklamış bulunmaktadır. Buna göre başörtüsünün çeşitli yorumlarla ve ideolojik olmaktan öte bir anlam taşımayan gerekçelerle yasaklanması çok ciddi bir insan hakları ihlalidir. Çünkü bu yolla birçok vatandaşımızın, öğrenim özgürlüğü ve çalışma hakkı kısıtlanmaktadır. Kaldı ki, bir dini farizanın yerine getirilmesi amacıyla değil de, bir dini görüşü yaymak amacıyla takılması bile, başörtüsünü uluslararası insan hakları normlarına göre din özgürlüğünün kapsamı dışına çıkarmamaktadır. Bu nedenle, bu sorunun bir insan hakları sorunu olarak ele alınması ve çözümlenmesi, toplumsal barışın tesisi bakımından da önem taşımaktadır. İbadethanelerin tamamen kamulaştırılmasına yönelik son uygulamaların da bu bağlamda yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.
8. Eşitlik ve adil yargılanma hakkına aykırı yasalar ve uygulamalar düzeltilmelidir. Memurin Muhakematı Hakkında Kanunu Muvakkat aracılığıyla pek çok kamu görevlisinin yargılanmasının gecikmesi; öte yandan Emniyet yetkililerinin Askeri Mahkemelerde yargılanıp tutuklandığı bir dönemde, savcılıkların çeşitli suç duyurularına rağmen, bazı askeri personel hakkında en küçük bir soruşturmanın dahi açılmaması gibi ciddi çifte standartlara tanık olmaktayız. CMUK ve Ceza İnfaz Yasası başta olmak üzere, adli mevzuattaki ayrımcı düzenleme ve uygulamalara son verilmelidir.
9. Türkiye'nin ciddi bir demokratikleşme sorunu yaşadığı gözönünde tutularak, demokratik mekanizmalar, siyasal partilerin bünyesinde öncelikle işlerlik kazanmalı, halk iradesi, seçim yasası oyunlarına takılmaktan, barajlarda boğulmaktan kurtarılmalıdır. Halk iradesinin meclise tam yansımasının yolları aranmalı, halkın; yönetime katılma hakkını özgürce kullanmasının önündeki engeller kaldırılmalıdır.
10. Basın özgürlüğü, güvence altına alınmalı, ancak bu özgürlüğün kişi özgürlüğü başta olmak üzere insan hakları ihlallerine aracılık etmesi önlenmelidir. Basın üzerindeki, dağıtımın engellenmesi, toplatma, kapatma, yazarlara patronlar aracılığıyla baskılar uygulanması gibi yasaları da aşan uygulamaların önüne geçilmelidir.
11. Faili meçhul cinayetler, kayıplar, sistematik işkence uygulamaları gibi ihlallerin hala sürdüğü ülkemizde, ne yazık ki 100 civarında düşünce suçlusunu cezaevlerine doldurma gibi bir ayıbı da hala sırtımızda taşıyoruz. Öncelikle düşüncenin Terörle Mücadele Kanunu kapsamında yargılanıp cezalandırılması olmak üzere, düşünce özgürlüğünü kısıtlayan tüm yasal düzenlemeler elden geçirilmelidir.
12. Örgütlenme özgürlüğüne yönelik kısıtlamalarla hem siyasi partiler, hem de insan hakları alanında çalışanlar başta olmak üzere sivil toplum örgütleri kuşatılmaktadır. İnsan hakları örgütleriyle işbirliği artırılmalı, bu örgütler terör örgütleri gibi görülmemelidir. Sadece evrensel hukuk ilkelerini ve insan hakları standartlarını gözeterek çalışan ve tavır geliştiren bu örgütlere karşı gerek gizli genelgelerle, gerekse basın aracılığıyla karalama kampanyaları sürdürülmektedir. İnsan hakları örgütlerinin tepkileri ve çalışmaları, yapıcı eleştiriler olarak algılanmalı ve bu kuruluşların çalışmaları çeşitli yollarla engellenmemelidir. Örneğin MAZLUMDER'in merkez ve şubeleri sık sık yasadışı bir biçimde basılıp aranmakta, arşiv ve dökümanlarına el konulmakta, görüş açıklamak engellenmekte, neredeyse her açıklamanın ardından soruşturma ve davalar açılmaktadır. Bu kuruluşlar, telefonları dinlenerek, yöneticileri ve personeli tehdit edilerek sindirilmeye çalışılmaktadır. Oysa insan hakları örgütleriyle işbirliği, hem bu örgütler açısından, hem de yöneticiler açısından önemli yararlar sağlayacaktır. İnsan hakları örgütlerinin çalışmaları, Dernekler Kanunu'nun getirdiği kısıtlamalardan kurtarılmalı ve ülkemizdeki insan hakları örgütlerinin uluslararası çalışmalarına imkan sağlanmalıdır. Kaldı ki insan hakları örgütlerinin çalışmalarının engellenmemesi ve kolaylaştırılması yolundaki uluslararası birtakım belgeleri Türkiye de imzalamış bulunmaktadır. Bunu sağlamak, hem Türkiye'nin uluslararası bir yükümlülüğüdür; hem de Türkiye'nin uluslararası insan hakları mücadelesinde konumunu da güçlendirecektir. Bu alanda artık ihmal edilmemesi ve mutlaka çözümlenmesi gereken önemli bir sorun da memur sendikaları ile ilgili yasal düzenlemelerdir.
13. Toplanma ve Gösteri Özgürlüğü, fiili durumlarla kısıtlanmakta ve toplum yasadışı yollarla taleplerini dile getirmeye zorlanmaktadır. İnsanlarımızın toplantı ve gösteri yapma özgürlüğünün önündeki yasal ve fiili engeller kaldırılmalıdır.
14. Tutuklama bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılmamalı, bazı hallerde alınması gereken bir önleme dönüştürülmelidir.
15. Telefon dinlenmesi gibi haberleşme özgürlüğü önündeki hukukdışı engeller kesinlikle kaldırılmalıdır.
16. Türkiye'de sığınma hakkı konusunda büyük bir sorun hala sürmektedir. İlticaya coğrafi sınır getirerek, bu hakkın kullanılmasının engellenmesi artık son bulmalıdır.
17. Eğitim hakkının kullanılmasında, ana-babaların, ulusalüstü hukuk belgeleriyle güvence altına alınan, ancak 8 yıllık zorunlu kesintisiz eğitim yasası çalışmalarında dikkate alınmayan hükümler gözönünde bulundurularak, bu yasa tekrar gözden geçirilmelidir ve toplumsal barışın daha büyük bir yara almasına meydan verilmemelidir.
18. İstisnasız tüm kamu görevlileri, insan hakları eğitiminden geçirilmeli, vatandaşı, hükmedilen tebaa olarak değil, hizmet edilen bireyler olarak görme noktasına getirilmelidir. Özellikle güvenlik görevlilerinin insan hakları eğitimine öncelik ve özel bir önem verilmelidir. Kolluk güçlerinin, toplumsal olaylardaki keyfi uygulamaları da gözönünde bulundurulmalı; bu bakımdan bir yandan adli polis teşkilatının oluşturulması, bir yandan da savcıların polislerin telsizlerini dinlemesi gibi lokal birtakım önlemler bir an önce alınmalıdır.
19. Halk, yaygın bir insan hakları eğitiminden geçirilmeli ve hakları öğretilmelidir. İnsanımıza hak arama bilinci kazandırılmalı ve bunun yasal yolları açılmalıdır. Bu konuda TV'lerde kısa metrajlı filmler, gazetelerde ilanlar yayınlatılabilir. Eğitim-öğretim sistemimizin tüm aşamalarında insan hakları, evrensel standartlar ve perspektifler esas alınarak okutulmalıdır. Oysa mevcut derslerde, evrensel ilke ve standartlar yerine, resmi ideolojik ilkeler gözetilmekte ve ilköğretim çağındaki çocuklar, insan haklarını kavramadan, iç tehdit/dış tehdit gibi kavramlarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu yaklaşım, insan haklarının istismarından ve gelecek kuşakların zihinlerinin, çarpık bir insan hakları anlayışı ile doldurulmasından başka bir sonuç vermeyecektir. Bu bakımdan, insan hakları derslerinin müfredatının hazırlanmasında bağımsız insan hakları savunucularıyla ve uzmanlarıyla yakın bir işbirliğine gidilmelidir.
20. Başbakanlık ve TBMM bünyesinde, insan hakları ihlallerine uğrayan vatandaşlarımızın ve insan hakları örgütlerinin, başvuruları iletebilecekleri fonksiyonel bir merkez ya da ofis oluşturulmalıdır. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu ve Başbakanlık İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu, dilekçe havalesi yapan ve aldığı cevapları aynen başvuru sahibine aktaran pasif bir konumdan çıkarılmalı ve mutlaka etkin bir işleve kavuşturulmalıdır.
21. İnsan hakları, sadece ülkemizin değil, dünya siyasetçilerinin iç ve dış politik hesaplarına alet olmaktan kurtarılmalı ve insan hakları savunucularıyla sürekli işbirliği ve diyalog kanalları kurularak, iletişim yoğunlaştırılmalıdır.
22. TBMM'ne ve tüm seçilmişlere hukukdışı müdahale, ağır bir Anayasa suçu olarak tanımlanmalı ve yeltenenler mutlak surette yargılanıp cezalandırılmalıdır.
23. Yardım toplama ve yapma, bir gönül işidir ve sivil topluma, sivil toplum örgütlerine bırakılmalıdır. Ancak bu konuda da, Yardım Toplama Kanunu'nun getirdiği birtakım kısıtlamalar, uygulamada, yasayı da aşan boyutlardadır. Denetim, istismarı önlemeye yetecek düzeyde tutulmalıdır.
24. Terör ya da kamulaştırma gibi faktörler dolayısıyla mağdur edilen vatandaşın zararının tazmininde, en az devlet alacaklarının tahsili kadar duyarlı davranılması sağlanmalıdır.
25. Sağlık hakkına aykırı düzenleme ve uygulamalar gözden geçirilmeli, adli tabipler başta olmak üzere doktor bağımsızlığı tam güvenceye kavuşturulmalıdır.
26. Ancak tüm insan hakları sorunlarımızın çözümü, öncelikle düşünce özgürlüğünün herkes için tam sağlanmasından geçmektedir. En önemli ve öncelikli sorun olarak bu ele alınmalıdır.
MAZLUMDER
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği
14 Ekim 1999