TBMM
İNSAN HAKLARINI İNCELEME KOMİSYONU
08 Ocak 2003
OHAL BÖLGESİNDEKİ SORUNLARA TEMEL YAKLAŞIMLAR
Cumhuriyet tarihi boyunca olağanüstü rejimlerle yönetilmiş olan Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki sorunların temelinde, yöneticilerin bölgeye yönelik politikaları ve bölge insanlarına yaklaşımı yer almaktadır. Bölgedeki insan ilişkileri, halk - devlet ilişkileri, feodal yapılanmalar, yatırımlar, ekonomik ilişkiler, tüm bunlar devletin bölgeye yönelik yaklaşım ve politikaları çerçevesinde şekillenmiştir. Bölge insanı da, yaşam biçimini ve geleceğe yönelik planlarını bir asra yakın süredir uygulanan kökleşmiş devlet politikalarına göre belirlemektedir. Bu politikalarda da ciddi bir değişiklik olmadığı için bölgedeki sorunlar varlığını korumaya devam etmiştir.
Bu nedenle OHAL'in kalkmasının getirdiği hiçbir ciddi değişiklik henüz olmamıştır. Çünkü OHAL uygulamasının temel gerekçesi güvenliktir. Oysa bölgede uzunca bir süredir sıcak çatışmalar durmuş, devlete yönelik güvenlik sorunu önemli ölçüde aşılmıştır. Hal böyle olunca da OHAL uygulamaları, devlete fayda yerine zarar vermeye başlamıştır. Öncelikle devlete getirdiği maddi yük büyük boyutlara ulaşmıştır. Devletin bölgedeki idari işleyişinde gereksiz bürokrasi ve hantallığa sebep olan OHAL uygulaması, önemli hukuki sorunları da beraberinde getirmiştir. OHAL yasasına dayanılarak gerçekleştirilen işlemlerin yargı denetimine tabi olmayışı, ülke içinde ve dışında, AİHM'de önemli bir sorun olarak devletin önüne gelmiş ve mahkumiyetlerle sonuçlanmıştır.
Belki de OHAL'in kalkmasının getirdiği tek somut değişiklik, ülkenin diğer kesimlerinden farklı olarak bölgede uygulanan OHAL hukukunun kalkmış olmasıdır. Resmi kayıtlara geçen gözaltılar için gözaltı süreleri kısalmış, idari işlemler için idari yargıya başvurma olanağı doğmuş, kimi kişi ve yayınların bölgeye girişine getirilen sınırlamalar kalkmış, dolayısıyla seyahat ve haberleşme hürriyetinin önündeki denetimsiz kısıtlamalar kalkmış, idari yargı yolu açık olduğu için sosyal ve kültürel etkinliklere getirilen keyfi yasaklarda azalmalar olmuştur.
OHAL'in Kalkmasıyla Değişmeyen Yaklaşım ve Politikalar
Kimlik Sorunu
Devlet, bir ulus yaratma temelinde ideolojik bir yapılanma içerisinde olduğu için bölge insanlarının mensup olduğu etnik kimlik, sürekli bir tehdit unsuru olarak algılanmıştır. Dolayısıyla bu tehdit algılaması devletin bölgedeki varlığında temel belirleyici rol oynamış, tüm eylem ve işlemlerde güvenlik öncelenmiştir. Bu nedenle devlette bu etnik kimliğe mensup bölge insanına karşı bir güven sorunu ortaya çıkmış; bölge insanı da devlet erkini kullanan kişi ve kurumlara karşı benzer güvensizlik duygusu içerisine girmiştir. Bu güven bunalımı sorunları derinleştirmiş; nihayet bir sendroma dönüşen "bölünme", milli askeri stratejik konseptlerde öncelikli tehdit olarak yerini almıştır.
Devlet erkini kullanan kişi ve kurumların bölgeye ve Kürtlere yönelik politikaları, tehdit algılamasının dozuna göre değişiklikler göstermiştir. Bazen sürgün, tenkil, tehcir; kimi zaman inkar ve asimilasyon, faili meçhul cinayet; kimi zaman da katliam veya bölge insanlarının birbirleriyle çatışması sonucunu kaçınılmaz olarak doğuracak düzenleme ve yapılanmalara girişme şeklinde ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet tarihi, bunların hepsiyle ilgili örneklerle doludur. Bölgede sömürge yöneticisi edasıyla çalışan devlet görevlilerinin sayısı, azımsanmayacak kadar fazladır. Bu arada A.Gaffar OKKAN gibi sıradışı devlet görevlilerini de zikretmekte yarar vardır. OKKAN'ın bölge ile ilgili görev anlayışının ve uygulamalarının özel bir araştırma ve incelemeye tabi tutulması, devlet görevlileri ile vatandaş ilişkilerindeki sorunların ve güven bunalımının aşılmasına katkı sağlayabilir.
Etnik kimliğe yönelik inkar ve asimilasyon politikalarının çözüm olmadığı artık anlaşılmalı ve bunlardan vazgeçilmelidir. Etnik kimlikler tanınmalı; bunların ifadesi, geliştirilmesi ve pratik yansımalarının önündeki Anayasal, yasal ve uygulamadaki engeller kaldırılmalıdır. Başta eğitim olmak üzere tüm devlet politikaları ve kurumsal yapılanmalar, farklılıklar gözetilerek insan hakları temelinde yeniden oluşturulmalıdır.
Devlet, "bölünme" sendromundan kurtularak bölge insanına güven duymalı; bölgeyi bölge insanına karşı koruma anlayışıyla oluşturulan güvenlik politikalarını terk etmelidir. Bölge insanı, etnik kimliği ile, temel insan haklarından mahrum olmadan kendisinin ve bölgenin geleceğinde öncelikli söz sahibi olmalıdır.
Feodal Yapı
Bölgede aşiret temelinde oluşmuş bir sosyal yapı egemendir. Bu durum Osmanlıdan günümüze kadar rejimler tarafından egemenliği pekiştirmenin en önemli aracı olarak kullanılmıştır. Modernleşme hedefleri paralelinde toplumsal yapıda parçalanma teşvik edilerek birey ön plana çıkarıldığı halde, doğu ve güneydoğu bölgelerinde aşiret yapısının korunmasına özel önem verilmiştir. Bunun en temel sebebi, bölgeyi aşiretler eliyle kontrol etme düşüncesidir.
Bu nedenle bölgedeki aşiret yapısını en ince ayrıntısına kadar tasnife tabi tutan, bunları devletten yana olan, devlet karşıtı olan ve belirsiz olan şeklinde gruplara ayıran çalışmalar devlet arşivlerinde muhafaza edilmekte; bölgedeki tüm devlet politikaları bu tasnif dikkate alınarak uygulanmaktadır. Bu konudaki çalışmalar Genelkurmay Başkanlığı yayınları arasında da yer almaktadır. Bölgedeki güvenlik birimleri ve üst düzey yöneticiler, devletten yana olan aşiretlerle yakın işbirliği içerisinde, toplumun bir kesimini dışlayan, potansiyel tehdit ve düşman olarak değerlendiren bir anlayışla bölgeyi yönetmiştir / yönetmektedir. Yargıya intikal eden ve raporlara konu olan çete yapılanmaları, devlet görevlileri ile aşiret ilişkilerinin hangi boyutlara vardığını gözler önüne seren küçük örneklerdir.
Zaman zaman açılan ekonomik paketlerle bölgeye aktarılan ekonomik kaynaklarda, verilen yatırım teşviklerinde de bu ayırımcı tasnif belirleyici olmaktadır. Kaynakların eşit ve adil dağılımı söz konusu olmayıp, rant yine belirli çevrelere aktarılmakta veya bu çevreler ve bu çevrelerle işbirliği içinde olan kimi görevliler arasında paylaşılmaktadır. Kuzey Irak'tan (Habur sınır kapısından) tankerlerle getirilen petrolün zorunlu olarak boşaltıldığı Silopi'deki depoların sahibi olan ve bu petrolü kamyonculardan alarak iç piyasaya pazarlayan konsorsiyumda yer alan şirketler araştırılırsa bu işbirliği çok daha iyi anlaşılacaktır. (Konsorsiyumda bölgedeki kimi aşiret ağaları ile birlikte bir önceki dönemde yasama ve yürütmede etkin birtakım liderlerin ve kimi güvenlik kurumlarının yer aldığı iddiaları yaygın şekilde ileri sürülmektedir.)
Siyasal Temsil
Genel anlamda bölge ile ilgili olarak bir siyasal temsil sorunu yaşanmaktadır. Cumhuriyet tarihi boyunca kimi istisnaları dışarıda tutarsak bölge halkı, sürekli olarak devlet tarafından koruma gören bazı aile ve aşiret mensupları tarafından TBMM'de temsil edilmiştir. Bölgede nesiller boyu parlamenterlik yapan veya 7-8 dönem parlamentoda yer alan çok sayıda milletvekili mevcuttur ve bunlar devletin gücünü de arkalarına almak suretiyle halk üzerinde sulta kurmuşlardır.
Bölgeyi temsilen parlamentoya gidecek adaylarda bugüne kadar partilerin aradığı özelliklerin başında, güçlü ailelere mensup olmak gelmiştir. Bölge, güç odakları ile ilişkili ve kişisel çıkarlarını önceleyen yetersiz kişiler tarafından temsil edilmiş, sorunlar ilgili zeminlere taşınamamış ve çözüm üretilememiştir.
Son 2-3 dönemde ise bölgede en yüksek oyu alan partinin baraj sorunu nedeniyle meclis dışında kalması, temsil sorununu daha da derinleştirmiştir. Bu sorun, yeterli halk desteğini almadan meclise giren vekillerde de kendisini göstermekte; bu vekiller bölge sorunları hakkında etkili çalışmalar ve projeler geliştirememektedirler.
Bölgenin temel geçim kaynakları tarım ve hayvancılıktır. Yıllarca kırsal kesimde devam eden çatışma ortamı ve uygulanan yayla yasağı nedeniyle hayvancılık bitme noktasına gelmiştir. Bölgeye önyargı ile yaklaşan son siyasi iktidarlar döneminde uygulanan politikalarla (et ithali v.s.) hayvancılık ölümcül darbeyi almıştır. Tarım ise, girdilerdeki maliyet artışı yanında bölge özelinde yaşanan zorunlu göç, köy yakma ve boşaltmalar, yerinden etmeler nedeniyle yapılamaz hale gelmiştir.
Bölge ekonomisinde önemli rol oynayan bir diğer unsur ise mazot ticaretinin yapıldığı Habur sınır kapısı ile sınır ticaretidir. Habur sınır kapısı siyasal konjonktüre göre sık sık kapatılmış; siyasi iktidarlar tarafından yapılan kimi düzenlemelerle kapılardan ve sınır ticaretinden elde edilen rant, belirli çevrelere aktarılmıştır.
Bölge insanı ilköğretimden başlayarak büyük ölçüde eğitimden yoksun kalmış/bırakılmıştır. Eğitim için yeterli altyapı oluşturulmamıştır. Bunu terörle izah etmek mümkün değildir. Zira güvenlik tehdidinin bulunmadığı dönemlerde de bölgeye nitelikli personel gönderilmemiş, tüm bölge sürgün yeri olarak nitelendirilmiştir. Bu şartlarda yetişen gençler, ülkenin diğer bölgelerinde geniş ve modern olanaklarla eğitilen yaşıtlarıyla eşit şartlarda yarıştırılmaktadır. Yıllar boyu sürdürülen bu politikalar sonunda bölge insanı, neredeyse bilinçli bir şekilde bölgede nitelikli insanların yetişmesinin önlenmesi suretiyle bölgenin ve ülkenin geleceğinde söz sahibi olmalarının önüne geçildiğini düşünmektedir. Bu sorunları doğuran tüm politikalar, OHAL uygulamasının verdiği yetkiler kullanılarak gerçekleştirilmiştir.
Bölgede 15 yıl devam eden çatışma ortamında 3500 köy boşaltılmış/yakılmış, kimi tahminlere göre 1,5 milyon insan yerinden edilmiştir. Göç etmek zorunda bırakılan bu insanların büyük kısmı yine bölgedeki il ve ilçelere yerleşmiştir. Bunlar buralarda zaten yeterince mevcut olan ekonomik, sosyal, kültürel, sağlık, barınma, eğitim sorunlarını daha da derinleştirmiştir.
Gecekondu bölgelerinde birkaç aile bir evde barınmak zorunda kalmış, işsizlik yaygınlaşmış, insanlar çöplüklerden beslenir hale gelmiş, çok sayıda aile çocuklarını okula gönderememiş ve sağlık sorunları ciddi boyutlara varmıştır. Tüm bu sorunlar beraberinde ahlaki yozlaşmayı, birtakım sosyal ve psikolojik sorunları getirmiştir. Bölgede intihar oranlarında (özellikle kadınlar arasında) büyük artış yaşanmaktadır.
Köye geri dönüş, bu sorunları bir ölçüde hafifletebilir. Ancak bölgede çatışma ortamı son bulduktan sonra siyasi iktidarlar tarafından geri dönüşlerin teşvik edileceği ifade edilmiş olmasına rağmen bugüne kadar bu konuda hiçbir ciddi proje ortaya konulmamıştır. Aksine kendi imkanlarıyla köylerine dönmek isteyen birçok aile korucu terörüne maruz kalmış, çok sayıda vatandaş yaşamını yitirmiş veya yaralanmıştır. Nitekim OHAL Bölge Valiliğinin açıklamalarına göre de, Haziran 2000 ile Ekim 2002 arasında ancak 36 bin kişi köyüne dönebilmiştir.
Birkaç yıldır çatışma ortamının son bulmasına rağmen köye dönüşün önündeki en büyük engel halen güvenlik endişesi ve koruculuktur. Bölge halkında, korucuların keyfi davranışlarını, kamu görevlilerinin hoşgörüyle karşıladıkları, hatta yer yer korucuların hukuk dışı keyfi uygulamalarına destek verdikleri yolunda yaygın kanaat mevcuttur. Bu nedenle atılması gereken ilk adım, koruculuk sistemini bütünüyle kaldırmak, gönüllü ve geçici tüm koruculara verilen silahları toplamak, bunlara tanınan koruma ve ayrıcalıklı uygulamalara son vermektir.
Yıllardır boşaltılan köylerdeki tüm evleri, tarlaları, bağ ve bahçeleri kullanan, gelirlerine el koyan korucuların bu rantı ve devlet nezdindeki ayrıcalıklı statülerini kaybetmek istemeyecekleri bilinen bir gerçektir. Devletin yıllardır bölgede uyguladığı politikalar, koruculara ve ailelerine sağlanan koruma, kimi toplum kesimlerinin düşman muamelesi görmesi, toplumsal ilişkilerde kolay kolay onarılamayacak derin yaralar açmıştır. Bu nedenle gerçekten köye dönüş isteniyorsa daha ciddi ve köklü projeler geliştirilmeli ve hayata geçirilmelidir. Zorunlu göçün yarattığı travmalar, parçalanmış aileler, ekonomik çöküntü, vb sorunlar ciddiyetle incelenmeli, bu sorunlar çözümlenerek köye dönmüş sağlanmalıdır.
Bu konuda yapılması gerekenlerle ilgili olarak birkaç hususu sıralamak gerekirse: Bölgede her türlü şiddetin son bulması, geri dönüş yapacak insanların can güvenliklerinin sağlanması, köylerinin yeniden imar edilmesi, geçim kaynaklarının yeniden oluşturulması, toplu olarak geriye dönüşün sağlanması, köy boşaltmaların tekrar olmayacağının garanti edilmesi, koruculuk sisteminin kaldırılması, köylerin, mayın, bomba, bubi tuzağı vb. tehlikeli unsurlardan temizlenmesini sayabiliriz.
Köylerine dönmek isteyen ailelere yol parası verilmesi, evleri yıktırılmış olanlara malzeme yardımı yapılması, sorunun çözümünde önemli bir katkı sunmayan basit uygulamalardır. Bu ailelerin mağduriyetleri tazmin edilmeli, geçimlerini temin edebilecekleri, yeniden sağlıklı ve güvenli bir yaşam sürdürebilecekleri koşullar oluşturulmalıdır. Tazminat yükümlülüğünden kurtulmak için köylülere, "kendi isteğimizle köye dönüyoruz" veya "kendi isteğimizle köyü terkettik" şeklindeki belgelerin imzalattırılması uygulamasından da vazgeçilmelidir.
Aslında TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonunun 1995 yılında hazırladığı rapordaki koruculukla ilgili kısımlar birçok şeyi ortaya koymaktadır.
Köy koruculuğu kanunu, 18 Mart 1924 tarihinde çıkarılan 442 sayılı köy kanununun 74. maddesine eklenen 2 ek madde ile 26 Mart 1985 tarihinde dönemin başbakanı Turgut Özal hükümeti tarafından çıkarılmıştır. 1985 yılında 5700 olan korucu sayısı her geçen yıl arttırılmıştır. Aynı yıl 22 ilde birden yürürlüğe konulan koruculuk, daha sonra bölgedeki gönüllüler de dahil olmak üzere 35 ile yayılmıştır. 1992 yılına gelindiğinde korucuların sayısı 35 bine ulaşmıştır. Resmi rakamlara göre bugün korucuların toplam sayısı 90 binin biraz üzerinde olup, bunlardan 60 bini düzenli maaş alan geçici korucu, 30 bini de maaş almayan gönüllü korucudur.
Resmi kaynaklara göre, koruculuk sisteminin kurulduğu 1985 yılından bugüne kadar, adam öldürme, kız kaçırma, tecavüz, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, haraç isteme ve vatandaşa kötü muamele gibi suçları işleyerek "disiplinsizlik gösteren" 23.500 köy korucusunun işine son verilmiştir. Yine şimdiye kadar 300 köy korucusu hakkında adam öldürdüğü için işlem yapılmıştır.
TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu'nun 1995 yılında kamuoyuna sunduğu raporda, köy korucularının devlet olanakları ile kaçakçılık yaptıkları ve ellerindeki yetkileri kullanarak, köy baskınları düzenledikleri belirtilmekte ve korucuların kaçakçılık, hırsızlık, kız kaçırma, tecavüz, soygun gibi yüz kızartıcı suçlara karıştığına dikkat çekilerek köy koruculuğu sistemine son verilmesi, korucuların ellerindeki silahların alınması istenmektedir.
Yine aynı raporda, kimlikleri nedeniyle aranmayan korucuların, silah ve uyuşturucu kaçakçılığının büyük bir kısmını denetimleri altında tuttukları kaydedilerek, "Bir kısım korucular kan davalı oldukları köylüleri, PKK örgütüne mensup olduğu iddiasıyla öldürmüş, baskı yapıp köylerini terke zorlamıştır" denilmektedir.
BAZI OLAĞANÜSTÜ HAL UYGULAMALARI
SÜREN BAZI SORUNLAR
SONUÇ
Türkiye, anayasal vatandaşlık temelinde çok kültürlülük politikalarını esas alıp farklı kültürlerin, kimliklerin ve azınlıkların hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasını sağlamak zorundadır. Güneydoğu'da Olağanüstü Hal uygulamasının kalkmasından sonra yeni adlarla olağandışı rejimlere ya da yetki kullanımlarına yol açılmamalıdır.
Yılmaz ENSAROĞLU
MAZLUMDER Genel Başkanı