Taner KILIÇ*
"İnsanlar hep nasıldı diye soruyor;ama bir çok insan ne kadar kötü olduğunu anlattığınızda dinlemiyor" bir Bosnalı kadın mülteci
Artık gün geçmiyor ki gazete sayfalarında veya televizyon kanallarında "Sınır bölgesinde ülkeye yasa dışı yollardan girmek isteyen şu kadar kaçak yakalandı; Ege Denizinde yine çok sayıda göçmen küçücük bir teknede denize açılmak üzereyken basıldı;batan tekneden boğulan mültecilerin cesetleri kıyıya vurdu; İtalya yine büyük bir sığınmacı gemisi ile tanıştı" gibisinden bir haberle karşılaşmayalım. Bu şekilde başlıyan haberler hep "Jandarmanın,yakalanan kişileri Pasaport Kanununa muhalefetten Savcılığa çıkarması ve sonrasında sınır dışı işlemleri için Yabancılar Masasına teslimi" şeklinde bitmektedir. Oysa bu haberlerin öncesinde ve sonrasında haberin konusu olan ama bir türlü kaçak mı, göçmen mi, sığınmacımı ,mültecimi yada ne biçim bir varlık olduğuna karar verilemeyen , ne yediği,ne içtiği,nerede yattığı bilinmeyen kişilerin ne büyük dramlar yaşadığı,yaşayabileceği hep kamuoyunun bilgi ve ilgi alanının dışında tutuldu. Oysa bu kadim sorun bir kez daha ve çok daha ciddi bir şekilde yine karşımızda ve biz ona gözümüzü kapatmaz isek görebileceğimiz ve hatta dokunabileceğimiz mesafede.
ll. Dünya Savaşının ağır insan hakları ihlallerinin sonrasında kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB) 'nin 14.maddesinde "herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma" hakkı olarak tanımlanan iltica hakkı kendini bir bildirgeden öte uluslar arası bir sözleşme metni ve koruma alanı olarak 1951 tarihli "Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Cenevre Sözleşmesi"nde bulmuştur. Bu tarihte Avrupa kıtasında,1951 tarihinden önce meydana gelen olaylar ile kendini sınırlayan sözleşme,sorunun zaman ve zemin sınırlarını aşan bir karakter gösterdiği görülmekle 1967 yılında bir protokol ile zaman ve zemin kısıtlamalarından kurtarılmıştır. Bu sözleşme ile mülteci "Irkı,dini,milliyeti,belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi görüşleri nedeniyle zulme uğramaktan haklı nedenlerle korkan ve bu nedenle vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan veya bu korku nedeni ile yararlanmak istemeyen kişi" olarak tanımlanmaktadır. Sığınmacı, iltica başvurusunda bulunan ve fakat hakkında henüz karar verilmemiş kişi iken,göçmen ise daha çok ekonomik sebeblerle başka bir ülkeye başvuran kişi olarak tanımlanmaktadır.
O zamandan beride konu hakkında başta Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK-UNHCR)'nin yanı sıra pek çok NGOs aktif çalışma yürütmektedir. Sorunun tabi ki,ülke mevzuatlarının uluslar arası standartlara uyumu,kadın ve çocuk mülteciler,dini ve milli-kültürel eğitim,kötü muamele,cinsel suçlar, insan kaçakçılığı,iç çatışma ve zorunlu göç başlıkları gibi hemen akla gelen alt kolları vardır ki,bunlarda her biri müstakil araştırmayı hak eden ve her gün büyüyen sorunlar olma özelliğini göstermektedir.
Keza,Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve İşkenceye Karşı BM Sözleşmeleri' de ihtiva ettiği maddeleri ile ülkeye sığınan sığınmacının kendi ülkesine geri gönderilmesi halinde yaşam hakkının ihlal edilmesi,işkence ve kötü muamele görmesi gibi risklerin görülmesi halinde taraf devletlere ilgili sığınmacıyı ülkesine göndermeme yükümü yükler ki (non-refoulement) bu uluslar arası kural pek çok kişi için hayati önem taşımaktadır.
Türkiye'de ise iltica hakkı Anayasal bir hak olarak tanımlanmamış,Anayasa değişiklik taslaklarında adından hiç bahsedilmemesi başarılmış ve hakkında kanun dahi çıkarılması çok görülmüş ancak ve nihayet 1994 yılında bir yönetmelik ile geçiştirilmiş bir haktır. Yukarıda bahsettiğimiz coğrafi sınırların kaldırıldığı 1967 protokolünü ancak Avrupa kıtasından gelen sığınmacıları mülteci olarak tanıyan coğrafi çekince ile imzalayan ve bunu ısrarla yürütmeye devam eden dünyada iki EXCOM ülkesinden biridir. Bu haliyle Türkiye, sınırlarına akın eden hemen bütün sığınmacı nüfusu hukuki koruma dışına iten ve bu haliyle insan kaçakçılarına çok uygun bir pazar olan ülke haline dönmüştür. Mevzuatının konu hakkındaki uluslar arası düzenlemelerden uzaklığı bir yana, sınırlarda ve ülke içinde sığınmacılara karşı alınan olağan üstü önlemler her geçen gün trajik haberler ile karşılaşmamızı sağlamaktadır. Sınırlarda öldürülen insanlar yanı sıra yakalandığı takdirde dayak atılıp geri kovalanan sığınmacı adaylarından yer yer bahsedilir olmuştur. Bir şekilde içeri girip 1994 tarihli yönetmelik gereği prosüdüre uygun bir şekilde başvurularını yapanlar ise UNHCR tarafından taleplerinin ciddi ve yerinde olduğunun tespitini, bunun arkasından ise (Türkiye kabul etmediği için) kendilerini kabul eden bir üçüncü ülkeye transfer için sıkıntılı bir bekleyiş içine girmektedirler. Prosüdüre uygun davranmayanların ise sınır dışı edilmekten başka bir yol karşılarında görülmemektedir (tabi sınıra giderken bindirildikleri kamyonlardan atlayıp ölmek,sakat kalmak ve kaçmak arasında teşebbüste bulunmayanlar için).
Oysa Türkiye,AİHS ve İşkenceye Karşı BM Sözleşmesinin 3.maddesinin kendisine yüklediği bir görev ve sorumluluk gereği, prosüdüre uymayan sığınmacıların dahi ülkelerine geri gönderilmeleri halinde karşılaşacağı sorunlar ve tehlikeleri ilgililerin beyanları,kendi ve UNHCR'nin veri tabanlarındaki bilgiler doğrultusunda gözetmek ve değerlendirmek zorundadır. Bu duruma şu aşamada titiz bir şekilde uyulmadığı gözlemlenmektedir.Oysa bu özen yükümü Türkiye'nin insani sorumluluğundadır.Keza, AİHM bizim yönetmeliğimizde bulunduğu gibi 10 gün veya benzeri sürelerin hak düşürücü süre olarak uygulanmasının sözleşmenin ihlali anlamına geldiğine dair yeni bir içtihatta bulunmuştur.
Tabi mülteci hukukunun aslında mülteci olma pozisyonunda olmamakla birlikte daha çok ekonomik sebeblerle nispeten daha iyi ekonomik şartlarda bulunan ülkelere kaçma telaşını yaşayan insanlar tarafından iğdiş edildiği ve kötüye kullanıldığı gerçeğinin de altını çizmekte fayda vardır ki,bu gerçek Amsterdam Sözleşmesi ile ortak bir mülteci mevzuatına doğru giden Avrupa ülkelerinde 1951 sözleşmesinin sınırlarının daraltılması gibi oldukça tehlikeli bir eğilimi başlatmıştır. Yine, ABD'deki son terör olayları sonrasındaki gelişmeler bazı batılı ülkelerde Asya kökenli ve/veya müslüman olan kişileri mülteci olarak kabul etmede bir sınırlamaya gideceğinin işaretlerini vermektedir.
Oysa İHEB'de tanımlanan bu hakkın her ülkede ve doğal olarak Türkiye'de anayasal bir hak statüsüne kavuşturulması ve uluslar arası sözleşmelerdeki çekinceler kaldırılarak tüm tanınan hakları ayrıntılı ve kapsayıcı şekilde bir "mülteci kanunu" hazırlanması zamanı artık gelmiştir. Tarihinde -dini kuralların belirleyiciliği ile- bu konuda oldukça hümanist bir çizgisi olan Türkiye'nin ulusal programında da taahhüt edilen bu durumun gerçekleştirilmesi umarız sınırlarımızda her gün yaşandığını bildiğimiz ve gazete haberlerinden,tv ekranlarından taşan trajedileri en aza indirecektir.
*Avukat. İzmir Barosu
Uluslar arası Af Örgütü Türkiye Mülteci Koordinatörü