DİN ÖZGÜRLÜĞÜ VE BİZE ÖZGÜ LAİKLİK

DİN ÖZGÜRLÜĞÜ VE "BİZE ÖZGÜ" LAİKLİK

Yılmaz ENSAROĞLU

İnsan haklarını korumaya elverişli olmayan sistem, sürekli insan hakları sorunları üretmektedir. Bu yüzden de kimi alanlarda bazen yaşanan bir sorun olmaktan çıkıp bir yönetim pratiğine dönüşmüş olan insan hakları ihlalleri, hala büyük ölçüde yasal dayanaklara sahiptir. İhlal yaşanmayan bir hak ve özgürlük alanı bulabilmenin son derece zor olduğu Türkiye'de en çok tartışmalı ve fakat en az ilgi gören alan ise din özgürlüğü alanıdır. Bu alandaki tartışmaların odağını da laiklik ilkesinin "bize özgü" anlamı ve uygulaması oluşturmaktadır.

Türkiye'de çok uzun bir geçmişi olan laiklikle ilgili tartışmalar, özellikle çok partili hayata geçişten sonra ciddi politik kutuplaşmalara yol açmıştır. Bazı partiler, dini siyasete alet etmekle, bazıları da halkın taleplerini bastırmak ve insan haklarını kısıtlamakla suçlanmışlardır. Bazen de laiklik, askeri müdahalelerin gerekçeleri arasında yer almıştır.

Türkiye egemenlerinin büyük çoğunluğu, Cumhuriyet'in ilk dönemlerinden itibaren laiklik adına dinin baskı altına alınmasını, toplumun dinden, dini değerlerden koparılmasını istemişlerdir. Bu kadrolara göre laiklik, devletin siyasi ve hukuki düzeninin dine dayandırılmaması, devletin dinler karşısında tarafsız olması ve din ve devletin karşılıklı olarak birbirlerinden bağımsız olması değil, dinin toplum hayatından tamamen sökülüp atılmasıdır. Bundan dolayı Türkiye laikliğinin en önemli özelliği otoriter, hatta özellikle Tek Parti dönemi pratiğinde somutlaşan şekliyle totaliter bir nitelik taşımasıdır.

Türkiye'de devletin İslam'dan etkilenmesini ya da dinin devletten bağımsız olarak gelişmesini önlemek için halkın büyük çoğunluğun oluşturan Müslümanların dini ihtiyaçlarının karşılanması bir kamu hizmeti olarak öngörülmüş ve bu amaçla bir anayasal kurum olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Din eğitim ve öğretimini bir Anayasa hükmüyle devletin gözetim ve denetimi altına alan ve ilk ve ortaöğretim kurumlarında din derslerini zorunlu kılan devlet, Diyanet İşleri Başkanlığı'na da laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, "toplumun dini hayatını düzenleme" görevini yüklemiştir. Böyle bir yapılanma içerisine girmek, doğal olarak devletin dini tanımlamasını beraberinde getirmiştir. İşte Türkiye laikliğinin ikinci önemli özelliği de bir din tanımı yapması ve bu tanımladığı din anlayışını tüm topluma dayatmasıdır.

Devletin din işlerini bir kamu hizmeti olarak örgütlemesinin demokrasiye uygun olmadığı sıkça ileri sürülmekte ise de bu durum, demokrasi ilkesine değil, esasen özgürlük ilkesine aykırıdır. Çünkü belli bir dinin ya da dini anlayışın devlet tarafından bir kamu hizmeti olarak düzenlenmesi, hem bu hizmetin mali yükünü dindar olmayanlara, aynı dinin farklı anlaşılış biçimlerine bağlı olanlara, devletin bu alana girmesinden tedirginlik duyan dindarlara, dinsizlere veya başka dinlerin mensuplarına da yüklemekte, hem de İslam'ın yorumunu tekelleştirerek Müslümanların da din özgürlüğünü kısıtlamaktadır.

Oysa özgürlük ilkesi veya bu ilkeyle uyumlu anlamıyla laiklik, devletin topluma bir din anlayışını dayatmasını, toplumu belli bir din anlayışı doğrultusunda düzenlemesini değil, tam tersine toplumda var olan farklı inanç gruplarını tanımasını, hepsine eşit mesafede durmasını ve bütün din ve inanç gruplarının dini özgürlüklerini güvence altına almasını gerektirir. Ancak dinin, "çağdaş uygarlık düzeyi"ne ulaşmanın önünde büyük bir engel oluşturduğu düşüncesi, Türkiye'de devletin dini denetim altında tutmak istemesine ve son derece otoriter bir laiklik anlayışını benimsemesine yol açmıştır. Bu doğrultuda laiklik anlayışı, tüm değerler hiyerarşisinin en üst sırasına konulmuş ve laiklik bir tür sivil din haline getirilmek istenmiştir. Buna paralel olarak devletin yapılandırılmasında belirleyici rol oynayan kurumlardan Anayasa Mahkemesi de, laikliğin en üstün değer olduğunu ve laiklik için hak ve özgürlüklerin feda edilebileceğini ifade eden bir anlayışı benimsemiş; örneğin TCK'nın kaldırılan 163/4 hükmünü Anayasaya uygun bulurken, laikliğe aykırı düşüncelerin açıklanması özgürlüğünün olamayacağını kararlarında açıkça belirtmiştir.

Oysa Türkiye'nin de imzaladığı ve Taraf Devlet yükümlülüğü altına girerek uygulama sözü verdiği uluslararası sözleşme ve bildirgelere göre din özgürlüğü, kişinin bir dine inanma / inanmama, inancının gerektirdiği pratikleri ister tek başına, isterse başkalarıyla birlikte yerine getirme, dinini öğrenme, öğretme ve yayma özgürlüklerini de kapsamaktadır. Ne var ki ulusalüstü hukuk belgelerinin diğer hükümleri gibi, din özgürlüğüyle ilgili hükümleri de uygulanmamış ve yasama ve yargı faaliyetlerinde yok sayılmıştır.

Din Özgürlüğü Sorununun Kaynağı ve Geçmişi

Esasen Türkiye'de neredeyse Cumhuriyet ile yaşıt olan din özgürlüğü sorunu, devletin insanların dini inanç ve pratiklerine müdahale ederek, resmi ideoloji çerçevesinde dini yeniden biçimlendirmeye ve kendi politikalarını meşrulaştırmanın bir aracına dönüştürmeye çalışmasından kaynaklanmaktadır. Bu sorun, din eğitimi veren okulların kapatılmasından giyim kuşama yasak getirilmesine, tarikat ve cemaatlerin yasadışı ilan edilmesinden kurban bayramında kesilen hayvanların derilerine el konulmasına kadar geniş bir alanda Müslüman çoğunluğun haklarının ihlaline dayalı bir laiklik anlayışının ürünüdür.

Öte yandan Türkiye'nin din özgürlüğü sorunu, sadece Müslümanlarla ilgili değildir; laiklik adına izlenen politikalar, sadece Müslümanların haklarını kısıtlamamaktadır. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlığını onaylamayan ve bu kurumun kendisinin ödediği vergilerden yararlanmasını istemeyen Alevilerin, aynı yaklaşımı benimseyen Sünnilerin ve diğer mezheplerden / dini anlayışlardan olan vatandaşların, dini inanç sahibi olmadıkları veya ateist oldukları halde nüfus cüzdanlarına "Müslüman" yazılanların, dini etkinlikleri kısıtlanan gayrimüslimlerin de din özgürlükleri sıkça ihlal edilmektedir.

Cumhuriyet tarihi ele alındığında söz konusu laiklik anlayışı ve uygulamasının, din özgürlüğü sorununu nasıl ürettiği çarpıcı biçimde görülmektedir. Önce 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılarak dini eğitim veren tüm okullar kapatılmıştır. 1925'de çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu'yla basın susturulmuştur. Aynı yıl vakıf mallarına el konulmuş, ertesi yıl tekke, türbe ve zaviyeler kapatılmış, dini giysilerin giyilmesi ve dini unvanların kullanılması yasaklanmış; ibadetin Türkçeleştirilmesine ve ezanın Türkçe okutulmasına varıncaya kadar din özgürlüğü ihlallerine dayalı bir program kararlılıkla yürütülmüştür.

İstiklal Mahkemeleri'nin idam kararlarının gölgesi altında geçen bu dönem, çok partili hayata geçişle birlikte yerini nispi bir rahatlamaya bırakmıştır. İnkılap Kanunları aynen korunmakla birlikte, ezanın yeniden orijinal biçimiyle okunmasına izin verilmiştir. Daha sonra yapılan 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin getirdiği özgürlükçü düzenleme ve uygulamalardan, din özgürlüğü alanı ve dindar insanlar yararlanamamıştır. Daha sonraki askeri darbelerde de din özgürlüğü üzerindeki baskılar artarak sürmüştür. 12 Eylül darbecileri ise, öncekilerden farklı olarak dini, kendilerinin belirlediği devlet politikalarını meşrulaştırmanın önemli bir aracı olarak kullanmaya çalışmışlardır. Ardından gelen Özal'lı yıllar ise, bu alanda ikinci bir rahatlamanın yaşandığı dönem olmuştur. Onun döneminde Kürt sorunu gibi bu konu da tartışmaya açılmış, 1991 yılında Türk Ceza Kanununun 141 ve 142. maddeleriyle birlikte, şeklen laikliğe aykırı propagandayı yasaklayan, ama özünde din özgürlüğünü engelleyen ve birçok insanın hapse atılmasına dayanak olan 163. maddesi de kaldırılmış, dini cemaat ve tarikatların legalleştirilmesi yönünde adımlar atılmıştır.

28 Şubat Süreci

Günümüzde din özgürlüğünü tehdit eden en önemli faktör ise, hala etkinliğini sürdüren 28 Şubat ara rejimidir. 28 Şubat süreci, din özgürlüğü alanında tek parti dönemini yeniden yaşatmaya kararlı bir iradenin, "irtica ile mücadele" adına bütün bir toplumu yeniden biçimlendirme çabasıdır ve ne kadar süreceği belli değildir. Bu süreçte "irtica" ile mücadele gerekçesiyle sadece 'İslamcılar'ın veya dindar vatandaşların değil, bütün bir İslam dininin hedef haline getirildiğini, bu yüzden de baskıların, Müslüman ve dindar oldukları bilinen ya da tespit edilen işadamlarına ve onların firmalarına kadar yöneldiğini söylemek mümkündür. 28 Şubat sürecini doğru değerlendirmek, özellikle insan hakları savunucularının ihlallerin kaynağını ve temel niteliğini doğru teşhis edebilmeleri bakımından büyük önem taşımaktadır. Orgeneral Çevik Bir'in "İslam'ın ılımlısı ılımsızı yoktur, hepsi bir denizde birleşir. Hepsine karşı önlem almak zorundayız" şeklindeki sözleri, hedeflerini hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak ölçüde somutlaştırmaktadır.

Diğer insan hakları alanlarında olduğu gibi din özgürlüğüne yönelik ihlallerin de bir bölümünün yasal dayanakları bulunmakla birlikte pek çok ihlal, yasalara rağmen ya da yasal dayanağı olmaksızın da yapılabilmektedir. Ancak din özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar sadece devletten kaynaklanmamaktadır; sivil toplumdan gelen -nefret suçlarından doğan- ihlaller de bu alandaki resmi politikanın daha şiddetli biçimde uygulanmasına katkıda bulunmaktadır.

Din özgürlüğü alanında yapılan ihlallerin, konuyla birincil derecede ilgili olmayan bazı çevrelerce çoğu kez bir ihlal olarak dahi görülmemesi, bu alanda yaygın olarak benimsenen bazı basmakalıp bilgilerin temelsizliği sorunuyla bağlantılı olabilir. Örneğin camileri devletin yaptırdığına ilişkin yaygın kanaat bunlar arasındadır. Türkiye'de devlet cami yaptırmıştır; ama genellikle bilinmeyen, camilerin büyük bir bölümünün vatandaşların paralarıyla ve kurdukları dernekler eliyle yaptırılmış olduğudur. Buna rağmen 28 Şubat sürecinde az sayıdaki bağımsız cami de Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlanarak devletleştirilmiş ve Müslümanların sadece din özgürlükleri değil, mülkiyet hakları da çiğnenmiştir. Kaldı ki herhangi bir dini inancı olmayan, başka bir dinden olan veya Müslüman olmakla birlikte camiye gitmeyen vatandaşlar da devletin camileri kamulaştırma projesini desteklemek zorunda bırakılmıştır. 17 Ekim 1997 tarihinden itibaren, bir merkezden tüm camilere yayın yapan tek tip vaaz uygulamasına geçerek ibadet özgürlüğü biraz daha sıkı denetim altına alınmış ve bunun trilyonlarca lira tutan ekonomik maliyeti de isteyen istemeyen herkese zorla ödettirilmiştir.

Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde tarikatlar yasaklanmış, dergahlar kapatılmış ve zikir yapılması suç haline getirilmiş olmakla birlikte, tarikatlar fiilen varolmaya devam etmişler; ayinlerini gizlice sürdürmüşler, hatta pek çok partiyi, baskıları hafifletmeleri sözü karşılığında oylarıyla desteklemişlerdir. Bu yönüyle tarikatlar "fiilen var, kanunen yok" statüsünde olmuşlardır. Ancak 28 Şubat sürecinde, aynen Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde olduğu gibi yeniden zikir yapılan yerler basılmış ve insanlar gözaltına alınmıştır. Ne var ki, ağırlıklı olarak din üzerinde geçmişte estirilen terörün psikolojik etkisiyle, bireyler bunun bir özgürlük kullanımı olduğu, tarikat veya cemaatlere mensup olmaya hakları olduğu temelinden hareketle bir sivil haklar mücadelesi yapma gücünü kendilerinde bulamamışlardır.

Namaz ibadeti de yasal ve fiili birtakım kısıtlama ve engellemelerle karşı karşıyadır. Kamu görevlilerinin namaz saatlerinde veya Cuma namazı saatinde kısa bir süre için dahi olsa izinli sayılmalarının dillendirilmesi bile "laik Cumhuriyeti yıkma teşebbüsü" olarak suçlanmıştır. Burada da devlet, vatandaşlarının dini pratiklerini daha rahat ifa edebilmelerini sağlamak yerine, laiklik ilkesini gerekçe göstererek söz konusu özgürlüğü engellemeye çalışmıştır. Kışla ve yatılı askeri okullarda rütbeli personel ve sivil memurlarla işçilerin mescitten yararlanmaları yasaklanmıştır. Bu kişiler için mescit dışında namaz ibadetinin zaten yasak olduğu dikkate alındığında, öğle tatilinde bile namaz kılmanın yasaklanmış olduğu anlaşılmaktadır. Dahası bu durum, Türkiye'de askerliğin zorunlu ve vicdani retçiliğin yasadışı olduğu gerçeğiyle birlikte düşünüldüğünde, 28 Şubat sonrası dönemde, namaz kılmak isteyen her erkek vatandaşın, askerlik döneminde bu özgürlüğünden vazgeçmek zorunda kalması anlamına gelmektedir. Aynı şekilde Ramazan ayında mesai saatlerinde küçük bir ayarlama ile oruç tutan çalışanları rahatlatıcı bir çözümü bulmak mümkün olduğu halde, bu konuda bir düzenleme yapılmasını istemek de laiklik ilkesinin ihlali olarak algılanmaktadır.

Yine bilindiği üzere Müslümanların kestikleri kurban derilerine devlet tarafından el konulmakta, insanların kurbanlarının derilerini diledikleri hayır kurumuna vermeleri engellenmektedir ki bu uygulama da, sadece ibadet özgürlüğünün değil, aynı zamanda mülkiyet hakkının da açık bir ihlalidir.

Hac ibadeti üzerinde de, karayoluyla haccın yasaklanması, haccın Diyanet İşleri Başkanlığı gözetiminde yapılması, hac sırasında uyulması istenen ve bu ibadetin ifasıyla ilgisi bulunmayan kimi kısıtlamaların olması, Türkiyeli hacıların diğer ülkelerden gelen Müslümanlarla iletişim kurmalarının zorlaştırılması hatta engellenmesi gibi birtakım kısıtlamalar bulunmaktadır.

Din ve din eğitimi üzerindeki devlet denetimini pekiştirmek ve çocuğun din eğitimi alabileceği süreyi kısaltmak amacıyla sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim yasası çıkarılmış ve İmam-Hatip Okullarının ortaokul bölümleri doğrudan, lise bölümleri ise dolaylı olarak kapatılmıştır. Çocukların, beşinci sınıfı bitirinceye kadar yaz tatillerinde camilerde Kur'an okumayı öğrenmesi ve diğer temel dini bilgileri edinmesi yasaklanmıştır. Söz konusu yasa çıkarılırken, Türkiye'nin imzaladığı ve çocuğun dini eğitimindeki ana babanın haklarını ve çocuk haklarını güvence altına alan ulusalüstü hukuk belgeleri yok sayılmıştır. Tüm bu düzenlemelerin amacının da tek tip bireyler yetiştirmek olduğu bizzat dönemin Cumhurbaşkanı tarafından açıkça ifade edilmiştir.

İbadet hayatını düzenleyen ve denetleyen Diyanet İşleri Başkanlığı, Sünni mezheplerden Hanefi mezhebini esas alarak programlarını hazırlamakta ve özellikle Kürt'lerin yaşadığı ve Şafii mezhebinin daha yaygın olduğu bölgelerde bile bu mezhebin farklılıklarını gözetmemektedir.

Başörtüsü Yasağı

Türkiye'de din özgürlüğü sorununun en çarpıcı biçimde ortaya çıktığı ve çok sayıda insanı etkileyen boyutu ise başörtüsü yasağında ortaya çıkmaktadır. Türkiye'nin modernleşme programı, "çağdaş uygarlık" düzeyine ulaşmak için vatandaşların giyinme biçimlerinin de değiştirilmesini öngörmektedir ve bu amaçla birtakım yasal düzenlemeler yapmıştır. Yukarıdan aşağıya gerçekleştirilen ve insanların nasıl giyinmeleri gerektiğine ilişkin nihai kararı verme yetkisini devlete veren bu politikalar, günümüzde geleneksel ve dinsel kıyafetlerin yasaklanması şeklinde devam ettirilmek istenmektedir. Bu konudaki en büyük ve yaygın sorun ise, kadınların başörtülü olarak eğitim görmelerinin ve çalışmalarının yasaklanmasıdır. 28 Şubat sürecinde çok daha geniş uygulama alanı bulan bu yasak, kamu kurumları ve üniversitelerden belediyelere, özel eğitim kurumlarına ve işyerlerine kadar genişlemiş ve birçok kadın sadece başını örttüğü için okulunu ve işini kaybetmiş veya eşinin işten atılmasına ya da görevden alınmasına neden olmuştur.

Devlet başörtüsünü, bunun "siyasi bir simge" olarak kullanılması, "irticai bir nitelik taşıması" ve "teokratik devletten yana olmayı ifade etmesi" gibi gerekçelerle yasaklamaktadır. Ancak milyonlarca kadının tümünün başlarını "siyasi gerekçelerle" örttüklerini "tespit etmek" mümkün değildir. Çünkü kadınların başörtülü olmalarının dinden, gelenekten veya siyasi tercihlerden kaynaklanan çeşitli nedenleri olabilir. Dolayısıyla bu konuda tüm başörtülü kadınları kapsayıcı bir değerlendirme yapmanın yanlış olacağı açıktır. Kaldı ki insan hakları açısından, bireylerin siyasi sebep de dahil olmak üzere herhangi bir nedenle başlarını örtebilecekleri, bunun sadece ve sadece onların bireysel bir tercihi olarak değerlendirilmesi gerektiği ve yasalar tarafından da buna saygı gösterilmesi zorunluluğu açıktır.

Geçtiğimiz yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, başörtüsünün İslam'ın bir gereği olduğu yolunda bir karar almış, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu da başörtüsünün bir insan hakkı olduğunu açıklamıştı. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bu konuda görüş açıklaması, devletin vatandaşların dini inançlarını dikkate almasını sağlamak şöyle dursun, laik devletin din kurallarından hareket edemeyeceği uyarılarıyla karşılanmıştır. Sadece bu örnek bile, Türkiye'deki laiklik pratiği hakkında yeterince açıklayıcıdır.

Başörtülü kadınların öğrenim ve çalışma özgürlüklerinin engellenmesi, sadece hukuk dışı değil, aynı zamanda yasa dışıdır da. İnkılap Kanunları içinde kadınların giyim kuşamlarını düzenleyen herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. YÖK Kanununda bulunan tek hükme göre de "Üniversitelerde kılık kıyafet, yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak şartıyla serbesttir." Bu konuda Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'nun verdiği bir tek karar bulunmaktadır, o da serbestçe öğrenimini tamamlamış, ancak diploma için başörtülü resim verme istekleri kabul edilmeyen iki öğrenci ile ilgilidir ve ülkede laik olan ve olmayan üniversitelerin mevcudiyeti varsayımına dayanmaktadır. İç hukukta ise Anayasa Mahkemesi'nin Refah Partisi'nin temelli kapatılması ile ilgili gerekçeli kararında başörtüsünün serbest bırakılmasını istemek bir suç haline getirilmiştir. Oysa aynı mahkemenin YÖK Kanununun, yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak şartıyla üniversitelerde kılık kıyafetin serbest olduğunu düzenleyen ek 17. maddesinin iptali amacıyla yapılan başvuruyu reddeden kararına muhalefet şerhi koyan yargıçlar, -ki birisi de Ahmet Necdet Sezer'dir- bu maddenin iptal edilmemesi halinde başörtüsünün üniversitelerde serbest olacağı kaygısını dile getirmişlerdir. Ne var ki ek 17. madde iptal edilmediği halde oluşturulan fiili durumla başörtüsü yasağı, sanki hukukun ve yasaların gereği imiş gibi sürdürülmüştür.

Din özgürlüğü alanında da yargı, insan haklarını güvence altına almaktan çok ihlallere aracılık etmektedir. Malatya'da başörtüsü yasağını şiddete başvurmaksızın yürüyüş yaparak protesto edenlerin TCK 146. maddeye aykırılıktan idam talebiyle yargılanmaları ve sonunda Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefetten mahkum edilmeleri, yargının insan haklarını ne ölçüde koruyabildiğinin çarpıcı örneklerinden sadece birisidir. Bu olayda, mahkumlar arasında bulunan anne Hüda Kaya cezasını çekip çıkarken, kızları Nurcihan ve Nurulhak Saatçioğlu kardeşler de cezaevine girmiştir. Yine 1998'de sınava başörtülü olarak girmek isterken polis zoruyla sınava girmesi engellenen ve ardından da "eğitim ve öğretimi engellediği" gerekçesiyle hakkında kamu davası açılarak hapis cezasına çarptırılan İstanbul Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu son sınıf öğrencisi Nuray Canan Bezirgan da, bu öğrencilerin üniversiteden atılarak cezalandırılmalarıyla yetinilmek istenmediğini gösteren bir başka örnektir. İdari yargıda ise durum çok daha vahimdir; başörtülü öğrenciler lehinde karar veren yargıçlar Edirne ve Samsun'da olduğu gibi bir hafta içinde başka yerlere sürgün edilerek cezalandırılmış ve böylece yargı baskı altına alınmıştır.

Sadece MAZLUMDER tarafından 1998 ve 1999 yıllarının her birinde yaklaşık otuz bin civarında kadının başörtülü olmak yüzünden öğrenim veya çalışma özgürlüğünün yok edildiği belirlenmiştir. Bu sayı, tespit edilebilenlere ilişkindir. Gerçek sayının çok daha yüksek olduğu rahatlıkla söylenebilir. 2000 yılından itibaren ise artık tespit yapılamamaktadır.

Zaman zaman çıkarılan öğrenci afları kapsamında, -tabii başlarını açmaları koşuluyla- başörtülü öğrencilerin okullarına geri dönmelerine imkan verilmek istenmektedir. Böylece, daha önce düşünce ve inançlarından taviz vermekten ve hukuksuzluğa göz yummaktansa cezalandırılmayı tercih eden kadınlar, okullarını ve işlerini geri alma pahasına bir kez daha kişiliklerinden taviz vermeye, aşağılanmışlık duygusuyla yaşamaya rıza göstermeye ve onlara nasıl yaşamaları gerektiğini dikte ettiren egemenlere boyun eğmeye zorlanmaktadırlar. Kısacası bu tür girişimler, -bu hukuk dışı yasağın kalkmadığını göz önüne aldığımızda-, aslında bir af değil, şimdiye kadar başını açmayan kadınlara, haklarını kullanmaktan vazgeçmeleri ve ruhlarını egemen iradeye satmaları, kendi kişiliklerini devlette yok etmeleri için yapılmış çağrılardan başka bir anlam taşımamaktadır.

Çalışma hayatında da başörtüsü yasağı, sadece kamu görevlilerine yönelik olarak uygulanmamaktadır. Serbest çalışan başörtülü kadınlar da çeşitli baskılar ve sorunlar yaşamaktadırlar. Örneğin kendi özel işinde çalışmak isteyen mimar, mühendis ve avukat gibi bazı mesleklere mensup kişiler, özel yasalarla kurulmuş olan ve çalışabilmek için kendilerine kayıtlı olmanın zorunlu olduğu meslek örgütleri tarafından engellenmektedirler. Bazı meslek kuruluşları, sakallı veya başörtülü üyelerine kimlik kartı vermemeye ve böylece çalışma haklarını kısıtlamaya çalışmaktadırlar.

İçinde bulunduğumuz süreçte yasakçılar, giderek özel sektör çalışanlarını da yasak kapsamı içine almaya gayret etmişlerdir. Örneğin "irticai nedenler"le ordudan atılan insanlara iş verilmesinden duyulan rahatsızlık MGK kararlarıyla deklare edilmiş ve bu rahatsızlık beyanının pratik sonuçlarını bilen çok sayıda belediye ve özel sektör kuruluşu, bu kategoriye giren çalışanlarından istifa etmelerini istemiş veya onları işten atmak zorunda kalmıştır. Birçok özel vakıf, okul ve dershane, Batı Çalışma Grubu tarafından görevlendirilen kişilerce basılmış, başörtülü öğretmen çalıştıranlar hakkında soruşturma açılmış, birçok idareci görevden alınmıştır. Giderek bazı bilgisayar, dil ya da sürücü kursları gibi özel kurslarda bile başörtüsü yasağı uygulanmak istenmekte ve hastaneler dahil kimi kamu kurumlarında başörtülü kadınlar çeşitli engelleme ve baskılarla karşılaşmaktadırlar.

Siyasetçilere Yönelik Baskılar

Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi gibi İslami duyarlılıkları bilinen insanların veya İslamcıların kurduğu partilerin tamamı Anayasa Mahkemesi tarafından temelli kapatılmıştır.

Bu partiler genellikle Cumhuriyet'in temel niteliklerine ve Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı davranmakla suçlanmışlardır. Refah Partisi ile Fazilet Partisi'nin kapatılmasında başörtüsü yasağı önemli bir yer tutmuştur. Bu partilerin hükümette veya muhalefette iken Müslüman halkın bir sorununun çözümüne yönelik önerileri hep kuşkuyla karşılanmış, çoğu zaman da laik düzeni yıkma teşebbüsü olarak tanımlanmıştır.

Fazilet Partisi İstanbul Milletvekili Merve Safa Kavakçı'nın başörtülü olmak yüzünden milletvekillerinin ant içme oturumunda uğradığı sözlü saldırı ve engellemeler ve ardından yaşadığı süreç, bu alanda yaşanan ihlalleri pek çok açıdan ortaya koyan çarpıcı bir örnektir.

Yüksek Askeri Şura Kararlarıyla Atılanlar

Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarıyla çok sayıda subay ve astsubayın ordudan ihraç edilmesi de, din özgürlüğü alanında yaşanan ihlaller arasında önemli bir yer tutmaktadır. YAŞ kararlarıyla insanların ordudan ilişiklerinin kesilmesi, başta 1982 Anayasası ile güvence altına alınmış olduğu kabul edilen temel hak ve özgürlüklere ilişkin açık hükümler olmak üzere, insan haklarına ve hukukun üstünlüğü ilkesine açıkça aykırı bir nitelik taşımaktadır.

Bu aykırılığın özünde, söz konusu kişilerin kendilerine isnat edilen suçları işleyip işlemediklerinin kesin olarak belirlenmesini sağlayacak bir yargılama sürecinin dışına çıkılmış olması ile YAŞ kararlarının yargı denetiminin dışında olması, yani bu kararları haksız bulan ve suçsuz olduğunu kanıtlayabileceğini düşünen mağdurların mahkemeye başvurarak uğradıkları kayıpları tazmin etmelerini sağlayacak hukuksal güvenceden yararlanma yollarının kapalı tutulması bulunmaktadır. İhraç edilen kişilerin suçlulukları mahkeme kararı ile saptanmış olmadığı gibi, bu kişiler karara karşı mahkemeye başvurarak kendilerini savunma hakkına da sahip değildirler. Bu durum, Anayasanın "suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz" (15/2) hükmü ile "herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir" (36/1) hükümlerinin ihlali anlamını taşımaktadır. Kaldı ki yine Anayasanın "idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır" (125/1) ilkesi gereği, bir idari kurum olan YAŞ'ın da yargısal denetim kapsamında olması zorunludur.

Özellikle yaşadığımız dönemde ihraç edilenler arasında ilk sırayı alan ve "dinci" olarak nitelenen insanlara yönelik suçlama konuları da, hukuk devleti ve hukukun egemenliği ilkesi açısından endişe vericidir. Bu insanların dindar olarak biliniyor olmaları ve mesela eşlerinin başörtülü oluşu, ihraç gerekçesi olarak kullanılmakta ve hukuki bakımdan kabul edilemez bir "potansiyel suçlu" kategorisi yaratılarak, bu insanlar ileride işleyebilecekleri muhtemel suçlardan dolayı bugünden cezalandırılmaktadırlar. Bu durum, kanunun suç saymadığı bir fiilin, yine kanunla bağlı olarak faaliyet göstermesi gereken bir devlet kurumunca suç sayıldığını ortaya koymaktadır.

Bir kamu görevlisinin çalıştığı kurumda uyması icap eden gerekliliklerin, çalışanların insan ve vatandaş olmak bakımından sahip oldukları hakların özüne zarar vermemesi gerekir. Silahlı kuvvetler personelinin haklarına yönelik ihlaller, bu kurumda görev yapan insanların, dini inançları nedeniyle ayrımcılığa tabi tutulmaları, dini pratiklerinin engellenmesi veya görevin gerekleriyle ilgisi olmayan ölçülerle değerlendirilerek işten atılmaları ve atılma sonrasında başka ihlallere maruz bırakılmaları gibi hakların özüne zarar verici çok boyutlu bir nitelik taşımaktadır. Özellikle de bu insanların asker olmayan eşleri yüzünden cezalandırılmaları başlı başına bir skandaldır.

Basının Rolü ve Basından Kaynaklanan İhlaller

Türkiye'de basın yayın organlarının büyük bir bölümü, toplumun iletişim özgürlüğünü kullanmasına aracılık etmek yerine devlet adına toplumu denetlemekte, devlet politikalarının meşrulaştırılmasına aracılık etmektedir. Bu temel politik kullanıma bir de basının kendisinden kaynaklanan insan hakları ihlallerini eklediğimizde Türkiye'de medyanın, belirlenmiş "iç düşman"lara karşı yürütülen "psikolojik savaş"ın ne kadar etkili bir aracı / silahı olduğu görülmektedir. Özellikle son yıllarda, zaman zaman bütün ulusal televizyon kanallarında aynı anda başlayan ve bir tür kampanya olarak çok boyutlu bir biçimde sürdürülen "irtica karşıtı" yayınlar da bu kapsamdadır. Bu tür yayınların, özellikle din özgürlüğü alanında yapılması istenen baskıcı yasal düzenlemelerin hemen öncesine rastlaması ayrıca dikkat çekicidir.

Türkiye basınının bu tür bir işleve zorlanmasının yanında, herhangi bir zorlamaya ihtiyaç duyulmaksızın din özgürlüğüne yönelik ihlalleri destekleyici bir tutumundan da söz edebiliriz(*). Bu tutumu benimsemeyen ya da Kürt Sorunu ve Din Özgürlüğü Sorunu başta olmak üzere genel olarak özgürlükler konusunda resmi ideolojiyi paylaşmayan muhalif basın organları da çeşitli baskı ve engellemelere maruz kalmıştır. 28 Şubat sonrası "akredite olmayan" basın mensuplarının, özellikle asker bürokratların siyasi gelişmelere ilişkin basın toplantılarına ve bazı kamu kurumlarına girmeleri yasaklanmış, başörtülü gazetecilerin görev yapmaları engellenmiş, gazete merkezlerine sık sık baskınlar düzenlenmiş, radyolar uzun süreli kapatma cezalarına çarptırılmış, televizyonlar ise haber programlarında kullandıkları kavramlardan özel günlerdeki yayın biçimlerine kadar kendi çizgilerine ve izleyici kitlelerinin beklentilerine aykırı yayınlar yapmaya zorlanmışlardır.

Aleviler

Türkiye'de devlet eliyle dini hayatın düzenlenmesinde tamamen yok sayılan ve çeşitli engelleme ve kısıtlamalara maruz kalan Aleviler de aynı uygulamadan dolayı sorunlar yaşamaktadırlar. Her şeyden önce Alevilere ilişkin bir tanım ve dolayısıyla statü sorunundan söz etmek gerekmektedir. Devletin dini hayatı düzenleyen ve denetleyen birimleri, Aleviliği bir mezhep olarak kabul etmemekte, Aleviliğin olsa olsa bir tür tarikat olarak tanımlanabileceğini, tarikatlar da yasaklandığı için kendilerine devletin herhangi bir hizmet götürmesinin mümkün olmadığını ya da bunun söz konusu edilemeyeceğini düşünmektedirler. Bu yaklaşıma göre Cem Evleri, Cami gibi bir ibadet yeri değil, belki bir tekke ya da dergah olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla Cem evleriyle ilgili olarak devlete herhangi bir yükümlülük düşmemektedir.

Alevilerin bu sorunlarla ilgili olarak ortak yaklaşım ve tanımlamalar geliştirebildiklerini söylemek de zordur. Alevilerin yaşadığı baskı ve sorunlar, Cumhuriyet öncesine, hatta daha da eskilere uzanmaktadır. Bu yüzden de Türkiye Alevilerinin bir kısmının, laikliği kendileri açısından bir tür güvence olarak gördüklerini söyleyebiliriz. Alevilerin büyük bir bölümünün sürekli olarak devletin kurucu partisi Cumhuriyet Halk Partisi'ni desteklemeleri de bir bakıma bu yaklaşımla ilgilidir. Ne var ki laik Cumhuriyet de Alevilerin durumlarını iyileştirmemiştir, sadece Hacı Bektaş-ı Veli'yi anma törenlerinde üst düzey devlet adamları ve politikacılar tarafından yapılan konuşmalarla Aleviler tatmin edilmek istenmiştir. Bugün Alevi veya Sünni kelimelerini içeren bir sivil ve siyasi örgüt kurmak suç sayılmaktadır. Aslında ister bir mezhep veya tarikat olsun, isterse de başka bir şey, Aleviliği tanımlamaya ve bu tanıma uygun bir siyasi karar almaya gerek yoktur; hatta bu, tıpkı şimdikine benzer sorunlar da üretecektir. Yapılması gereken, devletin herhangi bir tanım çabasına girmeden, din alanında özgürlüğü herkes için tesis etmek, belirli bir din anlayışını resmileştirmekten vazgeçmek ve yaptırımı zorlamanın başladığı yere koymaktır; ki bu genel kuraldan Aleviler de yararlanacaktır.

Müslüman Olmayanlar

Türkiye'deki gayrimüslim vatandaşlarımız da din özgürlüğü alanında büyük sorunlar yaşamaktadırlar. Çünkü Türkiye egemenlerinin sadece İslam dinine ilişkin tutumları değil, tüm dinlere yaklaşımları sorunludur. Resmi din anlayışının yanında yine "bize özgü" ve çok baskın bir milliyetçi tutum da, Müslüman olmayan vatandaşlarımıza yönelik ihlallere kaynaklık etmektedir. Hem tarihsel geçmiş, hem de kendileriyle aynı etnik kökene sahip komşu devletlerin (Yunanistan ve Ermenistan), Türkiye ile ilgili niyetlerinden duyulan kuşku, gayrimüslim vatandaşlarımızın, özellikle Ermenilerin ve Rumların özgürlük taleplerine de kuşkuyla yaklaşılmasına neden olmaktadır. Sadece Türkiye'deki Musevi vatandaşlarımızın böyle bir yaklaşımdan olumsuz etkilenmedikleri ve din özgürlüğü bakımından nispeten daha rahat oldukları söylenebilir. Bazı Yahudi vatandaşlara ve Sinagoglara yönelik birkaç saldırı olayının yaşanmış olması, bu genel tabloyu değiştirmemektedir.

Tüm acı geçmişe ve Kürt sorunu dolayısıyla yapılan kimi propagandaların, özellikle Ermeni vatandaşlarımıza yönelik birtakım önyargılar üretmesine rağmen, barış içinde bir arada yaşama kültürünün hala çok güçlü ve etkili olduğunu, bu yaklaşımın diğer dinlerin mensuplarını da kapsadığını ve toplumun ezici çoğunluğunun gayrimüslim vatandaşlarımıza bakış açısının -yine her şeye rağmen- devletinki gibi olmadığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla Müslüman olmayanların yaşadığı insan hakları sorunlarının asıl kaynağını da, Türkiye'de devletin gayrimüslim vatandaşlara yönelik yaklaşım ve uygulamaları oluşturmaktadır. Nitekim devlet, sadece Müslümanların tüm dini hayatlarını denetlemek ve düzenlemekle yetinmemekte, İzmir Karataş'ta ve İstanbul Zeytinburnu'ndaki iki Protestan Kilisesini basarak kilisenin meşru olmadığı gerekçesiyle 40 kişiyi gözaltına aldığı zaman yaptığı gibi kiliselerin meşruiyetini de belirlemeye kalkışmaktadır. Diğer bir deyişle devlet, bir yandan İzmir'de, İstanbul'da kilise basıp insanları gözaltına almakta, bir yandan da başörtülü öğrencileri üniversitelere sokmamaktadır. Aynı devlet, bir taraftan tüm camileri kamu kurumu haline getirmekte ve bir resmi din anlayışını tüm topluma bizzat devlet memurları aracılığıyla anlatmaktadır; diğer taraftan da başka dinlerin mensuplarını, misyonerlik yaptıkları suçlamasıyla zaman zaman gözaltına alıp cezalandırmaktadır.

Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlarımızın hakları Lozan Antlaşmasıyla güvence altına alınmışsa da bu antlaşmaya göre oluşturulan mevzuatın yorumu ve uygulaması, insan hakları açısından pek çok sorun taşımaktadır. Cemaat vakıflarının gayrimenkul edinmeleri ile ilgili sorunlar birtakım yasal iyileştirmelere rağmen hala tam aşılabilmiş değildir. Sayıları olağanüstü ölçüde azal(tıl)mış olmasına rağmen hala Türkiye'nin en büyük gayrimüslim cemaatini oluşturan Ermenilerin sorunları, dini ve kültürel faaliyetlerine getirilen kısıtlamalar sürmektedir. Bir taraftan cemaat çocuklarının eğitim programlarına ve bazen dillerine yönelik müdahaleler devam etmekte, diğer taraftan da genel eğitim programlarında bu cemaatlerle geçmişte yaşanmış sorunların yeni kuşaklar tarafından unutulmaması sağlanmaya çalışılmaktadır. Bazen daha da ileriye gidilerek patriğin kim olacağına bile müdahaleye kalkışılmaktadır.

1971 Askeri Muhtırası sonrası faaliyeti durdurulan Heybeliada Ruhban Okulunun açılmaması, Rum Ortodoks Cemaati için en önemli sorunlardan birisi olmaya devam etmektedir. Müslüman din adamlarını bizzat yetiştiren devlet, laikliği tam korumak (!) amacıyla Ortodoks Rumların din adamlarının da İstanbul Üniversitesi bünyesinde yetiştirilmesine yardımcı olmak istiyorsa da cemaat buna karşı çıkmaktadır. Ancak tartışmaya dahi gerek yoktur ki, yasal düzenlemeler cemaatin kendi din adamlarını yetiştirmesine izin vermiyorsa, yapılması gereken, cemaatin din anlayışının veya rahip yetiştirme usullerinin değil, söz konusu yasal düzenlemelerin gözden geçirilmesi ve değiştirilmesidir.

Süryaniler ve Protestanlar ise Türkiye'de hukuken varlıkları kabul edilmeyen, bir tür sanal cemaatler durumundadırlar. Türkiye'deki genel din mevzuatı Sünni Müslümanları ve Hanefi mezhebini esas almaktadır (anlaşılabileceği gibi bu da onları kayırmaktan çok, en yaygın potansiyel tehdit kaynağını zapturapt altında tutmayı ifade etmektedir). Devlet, Lozan Antlaşmasında birtakım hakları düzenlenen gayrimüslimlerin ise Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler olduğunu ileri sürmekte ve dolayısıyla Süryaniler ya da Protestanlar gibi cemaatler, hukuken yok sayılmaktadırlar. Bu cemaatlerin yaptıkları veya yapacakları her şey genel kurallara tabidir. Son yasal düzenlemelerden sonra örneğin kilise açma konusunda talepte bulunma şansları var ise de, açılacak kiliselerinin nasıl tüzel kişilik kazanacağı ya da açılacak kiliselerin sahibinin kim olacağı konusunda herhangi bir düzenleme halen bulunmamaktadır (Basında "her apartmana bir cami" şeklinde çarpıtılarak yine laiklik elden gidiyor sesleri arasında engellenen ibadethanelerle ilgili düzenleme, aslında varlığı bilinen ama kanuni bir statüsü olmayan küçük kiliselerle veya kilise olarak kullanılan dairelerle ilgiliydi).

Daha çok Güneydoğu'da yaşayan ve neredeyse yok olmak üzere olan Süryaniler'in zaman zaman kiliselerinin kapatılması, çocuklarına Süryanice öğretmelerinin yasaklanması, ibadet hayatlarına müdahalelerde bulunulması gibi uygulamalar, son yıllarda Süryani vatandaşlarımızın bir kısmının yaşadıkları yerlerden göç etmelerine, bir kısmının ise Türkiye'yi terk etmelerine yol açmıştır.

Aynı şekilde Protestanlar da çeşitli baskılara uğramaktan kurtulamamaktadırlar. Örneğin Bolu'da Hıristiyanlık propagandası yapmakla suçlanan Protestan bir öğrenci, jandarma tarafından gözaltına alınmış, Hıristiyanlık propagandası yapmakla suçlanmış, böyle bir suçun yasalarda olmadığı farkedilince de Anayasa ile özel koruma altına alınan inkılap kanunlarından olan tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kanuna muhalefet etmek suçundan hakkında dava açılmıştır. Evini tekke ve zaviyeye dönüştürdüğüne ilişkin bir delil bulunmayınca da söz konusu Protestan öğrenci hakkında, yargılayan mahkeme tarafından Türk Ceza Kanununun ünlü 312. maddesine aykırılıktan DGM'ye suç duyurusunda bulunulmuştur. Belki sık görülmeyecek bir örnek olmakla birlikte bu olay, bir Protestan'ın sadece Protestan olmak yüzünden başına nelerin gelebileceğini epeyce açıklamaktadır. Kaldı ki Protestanlar yok hükmünde oldukları için hiçbir konuda hiçbir şey yapamamaktadırlar. Ne var ki hukuken yok sayılmalarına rağmen ihlallere uğramaktan da kurtulamamaktadırlar.

Sonuç olarak Türkiye'de devletin dini alanı belirleme ve yönetme çabası, Müslümanları olduğu kadar gayrimüslimleri de olumsuz yönde etkilemektedir.

En Az İlgi Gören Özgürlük Alanı

Bu kadar geniş bir alana yayılmasına ve tüm toplumu ilgilendirmesine rağmen din özgürlüğü, insan hakları sorunları içinde hem ulusal hem de uluslararası düzeyde en az ilgi gören alandır. Din özgürlüğü alanında yaşanan ihlaller, hala insan hakları örgütlerinin gündemine yeterince girememiştir. Bunda toplumda yerleşik polarizasyonun ve insan hakları savunucularının büyük çoğunluğunun politik ya da ideolojik eğilimleri belli bir pay sahibidir. Ancak Müslümanların insan hakları kavram-değerine uzak durmaları ya da kuşkucu yaklaşmalarının da bu ilgisizlikte rol oynadığını kabul etmek gerekmektedir. Bunlar kadar önemli bir diğer sorun ise, dindar kesimlerin hak arama mücadelesinden yana deneyimsiz ve özellikle Türkiye'deki Müslüman halkın direniş kültüründen uzak oluşudur. Aynı şekilde Türkiye'deki gayrimüslim cemaatlerin mensupları ve sözcüleri de uğradıkları ihlalleri dile getirmekten çoğu kez kaçınmaktadırlar. Onlarda da, yaşadıkları sorunların, Türkiye dışında bulunan soydaşları ve dindaşları tarafından politik amaçlarla Türkiye aleyhinde kullanılmasına meydan vermeme kaygısı ağır basmaktadır.

Ne var ki, tüm bu ve benzeri faktörler, ne Türkiye'deki insan hakları savunucularını, ne ulusal ve uluslararası hükümet dışı insan hakları örgütlerini, ne de hükümetler arası insan hakları kuruluşlarını aklamaya yetmemektedir.

Türkiye'nin insan hakları sorunlarını yakından izleyen ve raporlar hazırlayan uluslararası sivil veya resmi örgütler, din özgürlüğüne yönelik ihlalleri genellikle görmezden gelmektedirler. Din özgürlüğüne ve bu arada ülkedeki Müslüman halka yönelik ihlaller, ABD Dışişleri Bakanlığı Demokrasi, İnsan Hakları ve Emek Bürosu'nun hazırladığı 'Ülkeler Raporu'nda ve 'Uluslararası Din Özgürlüğü Raporları'nda kısmen de olsa yer almaktadır. Uluslararası Af Örgütü, Uluslararası Helsinki İnsan Hakları Federasyonu ve İnsan Hakları İzleme (Human Rights Watch) gibi hükümetdışı örgütlerin raporlarında da hem Müslümanların, hem de gayrimüslim grupların din özgürlüğüne yönelik ihlaller yine sınırlı oranda bir yer almaktadır.

AB'nin Soruna Yaklaşımı

AB'nin yürütme organı durumunda olan Avrupa Komisyonu'nun, Türkiye İlerleme Raporları'nda Türkiye'deki gayrimüslim cemaatlerin yaşadığı sorunlardan yeterince söz edilmemekte, Müslümanlara yönelik din özgürlüğü ihlallerine ise hiç yer verilmemektedir.

Raporlarda, 28 Şubat Muhtırası ile başlayan ve askeri güçlerin sivil hükümeti yıkıp yerine başkasını kur(dur)malarıyla devam eden sürecin siyasete etkisi ve insan hakları bakımından doğurduğu sonuçlar da ele alınmamaktadır. Bu sonuçlar arasında en önemlisi, Türkiye'de 28 Şubat 1997 tarihinden itibaren din özgürlüğü alanında ciddi, yoğun ve ağır ihlaller üreten bir sürecin başlamış olmasıdır. Sadece 'Siyasal İslam'la değil, Kemalist ideolojinin irtica olarak adlandırdığı bir sosyolojik durumla, bir yaşam biçimiyle mücadele gerekçesiyle gerçekleştirilen bu askeri müdahale, bu raporlarda ancak asker-sivil ilişkileri konusunda ortaya çıkan antidemokratik sonuçları bakımından ele alınmış olup, bu müdahalenin kendilerine karşı yapılmış olduğu kesimlerin hakları konusunda ise hiçbir bilgiye yer verilmemiştir.

Örneğin 1998 yılı Türkiye İlerleme Raporuna göre, 21 Ocak 1998 tarihli Avrupa Birliği adına yapılan başkanlık açıklamasında Refah partisinin kapatılması kararı konusunda "Bu karar Türk Anayasasının hükümlerine uygundur" şeklinde talihsiz bir görüş bile yer almaktadır. Kaldı ki, bir kararın Anayasa Mahkemesi tarafından alınmış olması, o kararın anayasaya uygun olduğu anlamına gelmediği gibi, 28 Şubat sonrası Türkiye'deki yargı organlarının baskı altında olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Her ne kadar Avrupa Birliği bu kararın "demokratik çoğulculuk ve ifade özgürlüğüne ilişkin sonuçları"ndan yana endişeli olduğunu belirtmişse de, asıl belirtilmesi gereken; bu kararın, Türkiye'nin pek çok saygın hukukçusu tarafından da dile getirildiği gibi hukuka ve mevcut yasalara aykırı bir biçimde alınmış olduğudur ve bunun ihlal üreten uygulamasıdır.

Aynı raporda "Din özgürlüğü konusunda, devlet okullarında dinsel eğitim (Sünni) zorunludur" denmektedir. Oysa ilk okullarda verilen din eğitimi değil "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi"dir. Türkiye'de din eğitimi veren okullar, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren kapatılmıştır. Sanıldığının aksine, 28 Şubat sonrası orta kısımları kapatılan İmam Hatip okulları da müfredatında din ile ilgili bazı dersler bulunmasına karşın ağırlıklı olarak öteki okullarla aynı dersleri veren okullardır. Bu "din bilgisi" ise, Sünni değil resmi (Atatürkçü, milliyetçi ve sekülerleştirilmiş) din anlayışına göre verilmektedir. Bu konuda bilgi sahibi olmak için Atatürk'ün resmiyle başlayan ve onun vecizeleriyle süslü herhangi bir ilkokul din bilgisi kitabına bakmak yeterlidir. Bununla birlikte ister "din eğitimi" olsun, isterse de "din dersi"; bunun zorunlu olmasına karşı çıkılmasının gereği açıktır. Raporda "Süryani Ortodoksların dinsel eğitimlerinin icrasında baskılara tabi" oldukları belirtilmektedir. Bu tespit doğrudur; ancak eksiktir. Sünni Müslüman çoğunluk için ise baskıdan öte bu konuda kesin bir yasak söz konusudur. Din eğitimi veren özel okul kurmak yasak olup, Müslüman ailelerin çocuklarına 12 yaşından önce Kur'an okumayı öğretmeleri de yasayla yasaklanmıştır. Pek çok insan hakları savunucusu "Müslüman bir ülkede" bunun olabileceğine inanamasa da gerçek budur.

Raporda "Sünni din adamlarının aksine hükümetten maaş alan Alevi din adamları yoktur" şeklindeki tespit de doğrudur; ancak bu durum daha önce vurgulandığı üzere Sünnilere yönelik bir ayrıcalığı değil, bir ihlali ifade etmektedir. Din adamlarını halkın finanse etmesinin yasaklanması, onların devletin memurları olarak faaliyet göstermesi demektir. Bu durumdan şikayetçi olmayan devletçi zihniyete sahip bazı Sünnilerle, bunu bir avantaj olarak görüp talep eden aynı zihniyetteki bazı Aleviler dışında her iki kesimden pek çok din adamı ve aydın, Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)'nın kaldırılmasını ve devletin dini sivil topluma bırakmasını talep etmektedirler. Fiili olarak bu durum en çok Sünni vatandaşları rahatsız etmektedir; çünkü kendi paralarıyla yaptırdıkları ve 28 Şubat sonrası Diyanet İşleri Başkanlığı'nın el koyduğu camilerinde her Cuma Namazında okunan hutbenin devlet tarafından gönderildiğini ve zorla okutulduğunu bilmektedirler.

Kuşkusuz burada asıl sorulması gereken sorulardan birisi, Avrupa'nın bu sorunları neden görmezden gelmeye ısrarla devam ettiğidir. Ancak AB'nin din sorununa ilişkin tutumunun sadece Türkiye ile ilgili olmadığını belirtmekte de yarar vardır. Bu yaklaşım sorunu, Cezayir'de askeri darbe sonrası yaşanan katliamlara veya Tunus'ta hali hazırda devam eden devlet terörüne karşı gösterilen suskunlukta da belirginleşen daha genel bir yaklaşım sorununun bir parçasıdır.

Avrupa Komisyonunun da, Batılıların pek çoğunda görüldüğü üzere Kürt sorunundan farklı olarak din sorunu konusunda resmi tezleri kabul etmeye daha yatkın olduğu görülmektedir. Bunun nedeni, AB'yi oluşturan devletler açısından "fundamentalizmle mücadele"nin, demokrasiden ve insan haklarından daha önemli görülmesi olabilir. Bugüne kadar izlenen çizgi, AB açısından Müslümanların sivil ve siyasal haklarının, "şeriat tehlikesi"ne kurban edilebilir olduğunu ve bu süreçte yaşanan ihlallerin görmezden gelinebileceğinin kabul edildiğini akla getirmektedir. Avrupa'nın Cezayir'deki cunta tarafından yapılan darbe ve sonrasında yaşanan katliamlara karşın bu ülke yöneticilerine gösterdiği anlayış ve hatta destek, ancak böyle yorumlanabilir. Bu anlamda sorun, bilgi sahibi olmamanın ötesinde, insani ve ahlaki değerler adına kaygı verici olan daha vahim bir sorun gibi görünmektedir.

Türkiye'de insan hakları ihlallerini doğrudan yaşayanlar açısından bakıldığında sorun şudur: Avrupalılar, genellikle İslam'a karşı tarihsel ve/veya dinsel kökleri olan bir önyargıya sahiptirler ve bu önyargı ihlalleri görmemeye veya mantığa büründürmeye neden olmaktadır.

Avrupa'dan bakınca Müslüman ülkelerdeki din özgürlüğü ile ilgili sorunların bir türlü görülememesi, ekonomik ve siyasi çıkarlar sorununun ötesinde kültürel nedenlerden de kaynaklanıyor olabilir. Nedenleri ne olursa olsun, sonuç olarak din özgürlüğü alanında yaşanan, özellikle 28 Şubat sonrası yoğunlaşan baskıların Avrupa devletleri tarafından büyük ölçüde görmezden geliniyor olduğu söylenebilir. Ancak ihlal ihlaldir ve Taliban'ı eleştirirken ahlaken haklı ve tutarlı olabilmek, aynı zamanda Batılılar gibi giyinen diktatörlere de eşit ölçüde karşı çıkabilmeye bağlıdır.

Yaşayanların büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülke düşününüz ki, orada devlet, Müslüman bir aileye çocuğuna 12-13 yaşına kadar din dersi vermeyi yasaklamış olsun, onun dini eğitim alması engellenmiş olsun, onun nasıl giyineceği, nasıl düşüneceği, nasıl inanacağı devlet tarafından belirlenmek istensin, tarikata girmesi veya dini ayin yapması yasaklanmış olsun, kurban bayramında kestiği kurbanın derisini bile devletin seçtiği bir kuruma bağışlamak zorunda olsun, gittiği camide her Cuma dinlediği hutbe, bir devlet kurumu (DİB) tarafından belirlenmiş olsun, mahallesinde dinlediği vaaz bile tek bir merkezden yayınlanıyor olsun, başörtüsünden dolayı okulunu, işini ve kariyerini kaybetsin. Devlet başörtülü kadınlardan kamusal işlerin finansmanı için vergi alsın, ama ona kamusal alanda hizmet vermeyi reddetsin; örneğin üniversiteye almasın. Karısı başörtülü olmak veya sadece namaz kılmak, bazı kurumlarda çalışan bürokratlar için işten atılma gerekçesi olsun. Böyle bir ülkede din nedeniyle muhalif olmak için fundamentalist olmaya gerek yoktur. Dindar, dine karşı kayıtsız veya dini inancı olmayan, ama içinde az da olsa bir adalet duygusu bulunan bir insanın bütün bunları onaylaması mümkün değildir.

İletişim eksikliği ya da çeşitli ön yargılardan kaynaklanan söz konusu sağlıksız yaklaşımın giderilmesinde, Avrupa'daki ve özellikle de Türkiye'deki insan hakları örgütleri büyük bir sorumluluk taşımaktadırlar. İnsan haklarını siyasal veya ideolojik bir mücadelenin aracı olarak algılamayan, onu amaç edinen ve ayrımsız bir biçimde her zaman, her yerde ve herkes için savunan bağımsız insan hakları örgütleri, Avrupa'nın sivil ve resmi toplumunun Türkiye'nin insan hakları sorunlarını kuşatıcı bir biçimde kavramasına aracılık etmek zorundadırlar.

Din Özgürlüğü Nasıl Güvenceye Alınır

Türkiye'de din özgürlüğünün güvence altına alınması için öncelikle devlet, dini denetim altında tutmaktan vazgeçmelidir. Bunun için de uzun vadede Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kaldırılması amaç edinilmeli ve dinlerin sivil alanda serbestçe örgütlenmesine izin verilmelidir. Belki geçici bir dönem için Diyanet İşleri Başkanlığı özerkleştirilerek yetkili kurullarının oluşturulması ve işleyişi demokratikleştirilebilir ve bütün mezheplerin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde örgütlenmesi sağlanabilir. Çünkü özellikle Müslümanlar bakımından Türkiye'de din özgürlüğünü kısıtlayan asıl faktörler, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlığı ve zorunlu din dersleri gibi uygulamalardır.

Bunun yanı sıra devlet, tüm din ve inanç gruplarının özgürlüklerini güvence altına almak zorunda olduğunu kabul ederek tüm yapılanmasını ve temel politikalarını bu doğrultuda yeniden düzenlemeli ve dini hayattan tamamen çekilmelidir.

KAYNAKLAR :

  1. Mustafa Erdoğan, Demokrasi Laiklik Resmi İdeoloji, Liberte, 2000
  2. Türkiye'de Sivil Toplum ve Milliyetçilik, İletişim, 2001
  3. Yılmaz Ensaroğlu, Tamamlanmamış Bir Değer İnsan Hakları, Şehir, 2001
  4. Düşünce Özgürlüğü ve Göç, TİHV, 1995
  5. Annual Report International Religious Freedom 1999, 2000 Department of State,
  6. Country Reports On Human Rights Practices For 1996, 1997, 1998, 1999, 2000, 2001, Department of State,
  7. Amnesty International Report 1996, 1997, 1998, 1999, 2000,
  8. Human Rights Watch World Report 1998,
  9. Annual Report 1999, International Helsinki Federation for Human Rights, 1999,
  10. Human Rights in the OSCE Region, Report 2000, 2001, 2002; IHF (International Helsinki Federation for Human Rights),
  11. Türkiye İnsan Hakları Vakfı Yıllık Raporları,
  12. İnsan Hakları Derneği Raporları,
  13. MAZLUMDER Raporları


(*) İçinde bulunduğumuz dönemde, şimdilik Ak Parti hükümeti aleyhine yayın yapmamayı tercih eden büyük medyanın bazı üyeleri ve bazı büyük gazeteler bile, konu din özgürlüğü ile ilgili yapılması düşünülen bazı düzenlemelere geldiğinde, yine provokatif ve yasakçı yönde manşetler atabilmektedirler. Örneğin 28 Şubat sonrası İmam Hatip Lisesi öğrencilerinin alan zorlaması ve puan oynamalarıyla geleceklerini karartarak üniversiteye girmelerinin engellenmesine ilişkin uygulamanın değiştirilmesine ilişkin kanun tasarısı, Milliyet tarafından okuyuculara "iyi okullara ceza" şeklinde manşetten duyurulmaktadır.

YAYIN BİLGİLERİKategori Adı MakalelerTarih 2004-01-30
Şube ve Temsilcilerimiz
mazlumder-genel-merkez
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER GENEL MERKEZ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk, No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (0212) 526 2440 | Faks: +90 (0212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4643172