Alternatif 28 Şubat Tarihi / Açık Görüş

28 Şubat, cumhuriyetin 73 yıllık alışkanlığıyla yok saydığı ama yok edemediği bir sosyolojinin iktidarda kalmasına son vermek ve bir daha iktidara gelmesini engellemek amacıyla cumhurbaşkanı, cübbeli ve üniformalı bürokratlar, hormonlu sanayici ve finans kapital çevrelerin uluslararası müttefikleriyle elbirliği içinde siyasete kalıcı müdahale yapma isteğidir.


 
AHMET FARUK ÜNSAL / MAZLUMDER Genel Başkanı

28 Şubat, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bu ülkede iktidarın kurgulanma ve meşruiyetin tesis edilme şekliyle ile ilgili tarihi ve genetik alışkanlıkların bir tezahürü olarak gerçekleştirildi.

İktidar kurgusunun “bürokratik oligarşik” karakteri, “halka rağmen halkçılık” diye özetleyebileceğimiz ve “rağmen halkçılık”ın gereği olarak da uygulayıcılarına, her türlü hukuksuzluğu kullanmakta ontolojik olarak ahlaki kayıtsızlık sağlayan bir eyleyiş serbestîsi vermektedir. Bu itibarla da 28 Şubat’ın, kendisinden önce ve sonra siyasete yapılan kayıt dışı müdahalelerle akrabalık bağı vardır. Kendisine post modern denilmiş olması, oluş ve devam ediş üslubu açısından kendine has özellikleri barındırmasından gelmektedir, ama özü itibarıyla diğerlerinden bir farkı yoktur. Zaten bu küçük farktan dolayı da diğerlerine darbe denilirken 28 Şubat’a süreç denmektedir.

1979 Şubat’ında büyük bir halk ayaklanması sonucu İran’da gerçekleşen devrim ve hemen akabinde ABD, Avrupa ve gerici Arap rejimlerinin desteklediği Saddam saldırısı, bölge halklarında anti-komünist reflekslerle şekillendirilen nispeten olumlu Batı algısının iyice yaralanmasına yol açtı. Daha sonra başlayan Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ise zaten komünizm karşıtlığıyla halk nazarında sabıkası olan sosyalizme dönük düşmanlığı daha da pekiştirdi. Böylece yakın tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar bölge halkları nazarında toplumsal dönüşümü sağlamak açısından İslami değerlerin, ithal liberal ve sosyalist değerlere nispetle hiç de aşağı olmadığı kanaati pekişmeye başladı. 1. Dünya Savaşı’nın mağlup ve işgale uğramış coğrafyası, 2. Dünya Savaşı’nın edilgen toplumları ve 3. Harem’ini kaybetmiş, kardeşleri sürgüne yollanmış onuru kırık halklar 70 yıllık sessizliğini bozmuş, ilk kez başlarını yukarı dikmiş ve oyunun pasif öznesi değil aktif kurucusu olma iddiasıyla sahneye çıkmışlardı.

O güne kadar sol devrimci çevrelerin daha çok kendi diskurları ve usullerince mücadele ettikleri ABD ve bölgedeki şımarık çocuğu yenilmez İsrail’in karşısına hiç alışık olmadıkları bir söylem ve eylemle bir başka rakip çıkmıştı. İsrail’e defalarca yenilen ve Arapların gururunu yerle bir eden Mısır’ın, adı ihanetle özdeşleşmiş başkanı Enver Sedat, 1981’de öldürüldü. Topraklarının bir kısmını İsrail’e kaptıran ve Arap gururunu inciten bir başka baskıcı ülke olan Suriye’nin Baas rejimi tarihinde ilk defa kitlesel bir ayaklanmayla sarsıldı ve 25 bin civarında insanın katledildiği Hama olayları oldu. Uzun yılların savaş yorgunu Lübnan’ı, hem ABD, hem Fransa hem de İsrail açısından şimdiye kadar rastlamadıkları sürprizleri barındıran bir ülkeye dönüştü.         

NATO’nun düşmanı fundamentalizm

İslam’ın 3. yol olarak dünyada ağırlığını hissettirdiği 80’li yılların başında Türkiye’de 12 Eylül darbesi oldu. Darbe bir taraftan ABD tehdit algısına uygun olarak Konya’dan 2. Ordu’yu Malatya’ya taşıdı, Muş’a havaalanı yaptı ve bölgedeki askeri kuvvetleri tahkim etti, böylece Doğu komşularda yaşanan gelişmelerin sürprizlerine hazırlıksız yakalanmamak için ön almaya çalıştı, diğer taraftan da kontrollü, ılımlı İslam ile “yeşil kuşak”ın gerektirdiği iç dizaynı yapmak için adımlar attı. Toplumun üzerine ağır baskılar ve keyfiliklerle hukuksuzluklarını dayatan 12 Eylül idaresi, hem uluslararası müttefik camianın hem de dindar, liberal ve sol memnuniyetsiz grupların baskısıyla genel seçimler yaparak yerini sivil idareye terk etmek zorunda kaldı. Seçmen iradesi, seçime girmesine izin verilenler arasından daha dindar ve özgürlükçü gördüğü Özal’ı iktidara getirdi.

Özal iktidarları Kürt sorunun şok edici bir şekilde ülkenin gündemine girdiği yıllar oldu. 80’li yıllar, Dünyada sosyalist bloğun tamamen dağılması ile kapandı. Sosyalizm kurulu düzen için artık nostaljik bile olsa bir itiraz değeri taşımıyordu. Sosyalist bloğun eğitimli kadınları Batı’nın sıradan ülkelerinde marjinal sektörün işçileri olmuşlardı. Rakipsiz kalan NATO yeni düşmanını fundamentalizm olarak tanımlamıştı, yani İslam. Rusya’da Çeçenistan ve Yugoslavya’da da Bosna Hersek Müslüman halklarına dönük yıllarca sürecek acımasız katliamlar ve Batı’nın sessiz onayı Müslüman halklar üzerinde derin terk edilmişlik ve yalnızlık duyguları oluşturuyordu. Barışın, adaletin, gelir dağılımından daha adil pay alabilmenin, etnik temelli talepleri karşılayabilmenin ve kardeşliğin ancak kendi değerleri üzerinden kurulacak bir medeniyetle mümkün olabileceği kanaati iyice yerleşmişti. İnsanlığın kurtuluşu için 3. bir yola ihtiyaç vardı.

Ezilmiş ve Müslüman halklardaki 3. yol talebi Türkiye’de de makes buldu ve bu yeni ve adil bir düzen talebi, imtiyazlarını kaybedeceklerini hisseden dış dünyada olduğu gibi içerideki statükoyu da iyice tedirgin ediyordu.

90’lı yıllar fail-i meçhule kurban giden Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun ve Bahriye Üçok cinayetleri ile başladı. Söz konusu cinayetler üzerinden İslami camia düşmanlaştırılıyor, adil düzen taleplerine dönük olarak toplumda hem bir tedirginlik yaratılıyor hem de basın ve sistemin kurumları eliyle büyük bir karalama başlatılıyordu.

91 Genel Seçimleri’nde yeni ve adil bir düzen talebinin yasal siyasetteki tek temsilci olan RP tarihi bir hata yaparak parti içi tartışmalara ve istifalara rağmen Türkiye İslamcılığı’nın teorik zaaflarının da yardımıyla MHP ve IDP ile “kutsal ittifak” yapıyordu. İttifakın Kürt bölgelerinde yarattığı tüm hayal kırıklıklarına rağmen, toplumda alternatif arayışı o kadar güçlüydü ki, bilahare 94 Yerel Seçimleri’nde RP Diyarbakır’ı almayı bile başarmıştır.

RP, 91 Genel Seçimleri’nden, ittifakla da olsa rakipleriyle arasında çok büyük fark olmadan 4. parti olarak çıktı. Ne olduğu kendilerince bile tam olarak tarif edilememiş olan “Adil Düzen”in şanlı tarihe referans yapan romantik ütopyası ve mesajının evrenselliği sistem içi partilere göre RP’ye ideolojik üstünlük sağlıyordu. Uygulanabilir olmaktan uzak iç ekonomik model ve İslam Dinarı, İslam Ortak Pazarı, İslam Ortak Savunma gücü gibi nispeten daha uygulanabilir ama gerçekçi olmayan alternatif dünya sistemi teklifi ile RP özgüveni çok yüksek sistem dışı ideolojik kurguya sahipti. Bu yönüyle sadece Türkiye ve İslam Dünyası’na değil aslında bütün insanlığa sözü olan bir iddia idi. Aslında “Adil Düzen” bir teklifin değil bir itirazın adıydı. Hem siyasi rakipleri hem de sistemin tüm kurumları çok iyi anlamışlardı ki, ittifak kurarak seçimden 4. çıkabilen bu parti aslında her birinin gerçek rakibiydi. Dış dünya da RP’nin rekabet üstünlüğünü görmüş ve yerli müttefikleri marifetiyle bu önlenemez yükselişi önlemeye çalışıyordu.

Tarih sona ermişti...

Türkiye’de bunlar olurken dünyada “tarihin sona erdiği” ve “medeniyetler çatışması”nın galibinin belli olduğu ilan ediliyordu. Bir değişim ve ileriye doğru devinim olan “tarihin sona ermesi” demek, insanlığın gelinebilecek en ileri seviye olan liberal kapitalist sisteme ulaştığı için artık her hangi bir değişimin olmayacağı demekti. Bu, çok tanrısal bir iddia, insanlığın gelecekteki aklını ve irfanını hacir altına alan bir küstahlık ve neo kolonyalizmin düşünsel alt yapısını kuran vahşi bir amentüydü aslında.

93 yılı Türkiye’de faili meçhul bir cinayet ve bir katliamla nefret oklarının RP sosyolojisine yöneltildiği yıl oldu. Uğur Mumcu ve Sivas olayları halen yeterince aydınlatılabilmiş değildir. İnsanlığa yeni söz söyleme iddiasındaki bir hareketin yükselişini önlemek ve itibarını zedelemek için bütün bu cinayetler fırsat bilinmiş ve cenaze törenleri ve protesto gösterileri İslam’ın mukaddes değerlerine hakaret imkânlarına dönüştürülmüştü.

94 Yerel Seçimleri, hiçbir cinayetin, katliamın ve provokasyonun engellemeye yetmediği, herkesin gerçekleşeceğini bildiği ve kimi güç sahiplerinin de gerçekleşmesinden korktuğu bir hakikatle sonuçlandı. RP önemli şehirlerde belediyeleri almıştı. İçkili mekânların kapatılacağı söylentisi ile insanlar sokaklara dökülüyor, belediye otobüslerinde kadın erkek ayrı yerlerde oturulacağı, sakallı şoförlerin açık giyimli kadınları otobüse almadıkları söylentileri herkesi tedirgin etmek için abartıyla gündeme getiriliyordu. Her yerde ne olduğu yeterince tarif edilmemiş “Adil Düzen” efsanesi konuşuluyordu. Karşıtlar, hala çözülememiş(!) olan siyasi cinayetleri vesile kılıp, “Cumhuriyet kazanımlarıyla tasfiye ettiğimiz çöl kanunlarının yeniden getirilmesi çabası” olduğunu iddia ettikleri korku senaryolarıyla “Adil Düzen”in itibarını sarsıyorlardı. YAŞ kararları ile ordudan işliği kesilenlere RP’li belediyeler kucak açıyordu. Adeta orduya açıktan savaş açılmıştı(!). Getirilmek istenen “Arap İslamı(!)” idi ve mutlaka gelecekse bir “Türk İslamı(!)” bulunmalıydı. TV programları, hiç olmadığı kadar Türkçe ezan, namaz tartışmaları, modernist İslam yorumcularının görüşleri ve İran, Suudi Arabistan uygulamaları örnekliğinde İslam tartışmalarıyla doluydu.  

Erbakan’ın amacı neydi?

23 kişinin öldüğü 1995 Gazi Mahallesi olayları, muhalif Alevi cephe ve laik cephenin “Adil düzen”e karşı Sivas’tan başlayan ittifakını güçlendiriyordu. Tüketiciler marka ve mağaza tercihlerini dünya görüşü kriterlerine göre yapmaktaydı. Cumhuriyetin kuruluşundan beri jakoben devletin imkânlarından hiç yararlanmadan, emeğiyle ve sermaye biriktirmeye elverişli yaşam tarzı ve tüketim alışkanlıklarıyla piyasa aktörü olmaya başlayan “Anadolu girişimciliği”ni bir tehlike daha bekliyordu. Gümrük Birliği anlaşması ile İzmir İktisat Kongresi’nden bu yana hormonlanarak rekabet üstünlüğü elde etmiş ve dünyaya açılmasındaki mahsurları giderilmiş yerli burjuvaziye ilave olarak Avrupalı firmalar de Anadolu Kaplanları’nın rakibi oluyordu.

95 Genel Seçimleri bu öfke, korku ve umut kamplaşması zemininde gerçekleşti. İstenmeyen sona engel olunamamıştı. Yıllardır devam eden laik düşünür ve gazetecilerin faili meçhul cinayetleri, gazete ve TV programları ile düşmanlaştırılmış toplumsal kesitler ve hormonlu burjuvazinin çabaları, seçim sonuçlarını etkilemeye yetmemişti. Korkulan iktidar gerçekleşmesin diye en son çare olarak her zaman en garantili sonuç vermiş olan “halaskar zabitan”ın devreye girmesinden önceki son hamleler yapılıyor ve diğer partiler koalisyon ortağı olmayı kabul etmedikleri için seçimin galibi parti hükümeti kuramıyordu. Masa altından işaret alan ve RP ile koalisyona razı olmayan ANAP ve DYP koalisyon kurdular. RP, Meclis İçtüzüğü’ne aykırı güvenoyu alarak halka rağmen kurulan ANAYOL hükümetinin güven oylamasını Anayasa Mahkemesi’ne taşıyınca “Adil Düzen”e iktidar yolu açılmış oldu. Artık bu kez, sıra nihayet Erbakan’a gelmişti. Ve 8 Temmuz 1996’da RP-DYP koalisyon hükümeti güvenoyu almayı başardı.

Erbakan devletin şimdiye dek yapmaya alışkın olmadığı şeyleri yaparak kurulu nizamın açıktan tepkisini çekmeye başlamıştı. HADEP ile doğrudan görüşülüyordu. Van milletvekili Fethullah Erbaş, rehin askerleri kurtarmak için PKK’nın Zap kampına gitmişti. Başbakanlık konutunda tarikat liderlerine verilen iftar için kıyamet koparılıyordu, oysa başka vesilelerle çeşitli toplumsal kesimlerin o konutta ağırlanması ne kadar normal ise iftarda dini şahsiyetlerin ağırlanması da en az o kadar normaldi.

Havuz sistemi kurularak devletin borçlanma ihtiyacı kendi imkânları ile çözülüyor ve bir taraftan yağmaya dönüşen özelleştirmelere imkân tanımıyor diğer taraftan da devlete yüksek faizlerle borç veren finans çevrelerinin saadet zincirleri kırılıyordu. Nitekim Erbakan’ın istifasını müteakip başbakan olan Mesut Yılmaz’ın yapacağı ilk iş havuz sistemine son vermek olacaktı, ki bunun hükümet değişikliğini zorunlu kılan irticai faaliyetlerle alakası halen açıklanabilmiş değildir.

Halkı Müslüman ülkelerin alternatif birliği olarak D-8 projesi gündeme geliyor ve toplum tarafından AB’ye ve NATO’ya alternatif diye anlaşılan bu girişimin hayat bulması için İran’dan başlayarak yurtdışı seyahatlere çıkılıyordu. Gezinin rövanşı olarak, daha önce imzalanmayacağı açıklanan Türkiye-İsrail savunma sanayi anlaşması Çevik Bir’in baskısıyla imzalanıyordu. Gezi dizisinin ambargolu Libya kısmında yaşanan yol kazası dönüşte Erbakan’ı ve projesini zora sokuyor ve hem hükümet içinde hem de devletin çeşitli kademelerinde açıktan eleştirilere maruz kalıyordu. Libya gezisine imza atmayarak istifa eden İçişleri Bakanı Ağar’ın daha sonra Susurluk’ta ortaya çıkan derin ilişkilerine, koalisyonun pamuk ipliğine bağlı geleceğinden korktuğu için el atamayan Erbakan, toplumsal meşruiyet için eline geçen en büyük fırsatı da kaçırmış oluyordu. Bu arada bir taraftan Ali Kalkancı ve Müslüm-Fadime olayı tezgâhlanıyor diğer taraftan da Ankara DGM Erbakan ve bazı RP’li vekiller aleyhine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyuruları yapıyordu. Ramazan için yapılan mesai ayarlamaları aleyhte delile dönüştürülüyordu. 30 Ocak’ta Sincan’da kutlanan Kudüs gecesi sonrası İran Büyükelçisi geri gönderiliyor ve 4 Şubat’ta “balans ayarı” için tanklar sokaklara sürülüyordu. Yüksek rütbeli subayların her fırsatta alenen siyasete müdahaleleriyle Türk İş, DİSK, TOBB, TESK, TİSK çevrelerinin çanak tutan açıklamalarının gölgesindeki 28 Şubat MGK’sında, başta Demirel olmak üzerle Kurul’un hem askeri kanadı hem de koalisyon ortağı tarafı Erbakan’a, tehlikede olduğunu ileri sürdükleri laikliği teminat altına alacak kararları dayatıyordu. Beş günlük direnişten sonra Erbakan kararları imzalıyor ama uygulanması konusunda ayak diriyordu. Koalisyon ortağının milletvekilleri ve bakanları, özellikle Savunma Bakanı Tayan ve Sağlık Bakanı Aktuna muhalefet partisi mensubu gibi davranıyor Başbakanı her fırsatta eleştiriyordu.

Hâlâ başka bir dünya mümkün

Genel Kurmay basın mensuplarına, yargı mensuplarına ve üniversite rektörlerine irtica brifingleri vererek hükümete karşı, cepheden muhalefet etmeye başlamıştı. Çevik Bir hükümete rağmen İsrail’le özel ilişkiler kuruyordu. İçişleri Bakanlığı tarafından deşifre edilen illegal cunta yapılanması BÇG’nin kişilerin özel yaşamlarındaki dindarlıklarını fişlediği ve bu bilgilere dayalı olarak mağdur ettiği, sermayeyi renklere ayırarak hormonlu burjuvaziye taşeronluk yaptığı ve darbe ortamını oluşturabilmek için bir takım tezgâhlara giriştiği açığa çıkarılmasına rağmen ne Cumhurbaşkanı, ne koalisyon ortağı ne de yargı kurumları bunun üzerine gitmeye cesaret edemiyordu. Nihayetinde 18 Haziran’da Erbakan istifa etmek zorunda kaldı. 21 Mayıs 1997’de, henüz iktidarda iken, Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş Anayasa Mahkemesi’nde RP’nin kapatılması için kapatma davası açmıştı. Dava, 17 Ocak 1998’de, laikliğe karşı eylemleri nedeniyle kapatmayla sonuçlanacak ve Erbakan ile 6 milletvekillinin vekillikleri düşürülecek ve beş yıl süreyle parti üyeliği yasaklanacaktı. Demirel, hükümet ortaklarının arasındaki protokolü dikkate almayarak,  hükümeti kurma görevini Çiller yerine TBMM’de çoğunluğu olmayan ANAP genel başkanına verdi. Daha sonra Demirel, birçok DYP milletvekilini bizzat arayarak partilerinden istifa etmezler ve Yılmaz hükümeti güvenoyu alamazsa askerin darbe yapacağı tehdidinde bulunarak DYP grubunu bizzat parçaladı. 12 Temmuz’da Mesut Yılmaz başkanlığında ANAP-DSP-DTP hükümeti TBMM’den güvenoyu aldı. MGK’nın 28 Şubat kararlarının gereği Yılmaz hükümeti 8 yıllık kesintisiz eğitimi yasalaştırdı. Böylece İmam Hatip Liselerinin ortaokul bölümleri kapatılmış oldu. Ayrıca meslek liselerinden mezun olanların üniversiteye giriş sınavından aldıkları puanları kendi bölümleri dışında tercih yapmaları halinde düşürülerek başka bölümlere gitmelerine engel olundu. Burada asıl amaç İmam Hatiplerin hukuk ve siyasal gibi yönetici yetiştiren bölümlere girmelerinin engellenmesiydi. Başörtüsü yasakları acımasızca uygulandı. Yaz Kuran kursları bile neredeyse kapatıldı. Büyük bir memur kıyımı yapıldı. Böylece siyasete alternatif arayışlar getiren sosyoloji kurutulmuş olacaktı.

28 Şubat, cumhuriyetin 73 yıllık alışkanlığıyla yok saydığı ama yok edemediği bir sosyolojinin iktidarda kalmasına son vermek ve bir daha iktidara gelmesini engellemek amacıyla cumhurbaşkanı, cübbeli ve üniformalı bürokratlar, hormonlu sanayici ve finans kapital çevrelerin uluslararası müttefikleriyle elbirliği içinde toplum mühendisliği yaparak siyasete kalıcı müdahale yapma isteğidir.

28 Şubat, gelecek nesillerin irfanını küstah ve tanrısal bir tavırla hacir altına alarak medeniyetler çatışmanın galibini ilan eden ve tarihin sonunun geldiğini söyleyen iddianın, “başka bir dünya mümkün” diyen itirazı cezalandırma teşebbüsüdür.

Ancak hem tarihin sonunun geldiği hem de medeniyetler çatışmasının galibinin belli olduğu tezi 11 Eylül 2001’de hazin bir şekilde boşa çıktı.
YAYIN BİLGİLERİKategori Adı MakalelerTarih 2012-03-05Yazar A. Faruk Ünsal
Şube ve Temsilcilerimiz
mazlumder-genel-merkez
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER GENEL MERKEZ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk, No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (0212) 526 2440 | Faks: +90 (0212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4747647