Siyaset İle Bürokrasi Arasında İnsan Hakları

TRABZON EMPATİ GRUBU

SİYASET VE VESAYET SEMPOZYUMU

Trabzon/15-16 Haziran 2001

SİYASET İLE BÜROKRASİ ARASINDA İNSAN HAKLARI

Yılmaz Ensaroğlu

MAZLUMDER Genel Başkanı

Şu anda 4. Oturumunu yaptığımız bu konferansın ana kavramı, sanıyorum "vesayet"tir. Vesayet ise esasen hukuki bir kavramdır ve eski deyimle temyiz kabiliyetini haiz olmayan kişilerin kendilerinin, mallarının, haklarının ve çıkarlarının korunması için himaye altına alınmasıdır. Bu nedenle de daha çok küçükler, özellikle de yetim küçükler ya da akıl sağlığı yerinde olmayanlara vasi tayin olunur ve onlar böylece vesayet altına alınarak bir bakıma korunurlar. Tabii eğer vasinin tecavüzünden, haksızlığından ve hırsızlığından da emin iseler. Çünkü vesayet altına alınanlar, çoğunlukla vasileri tarafından en büyük haksızlıklara uğrarlar. Öte yandan küçükler ve "deli"ler de, vesayet altına alınmalarına hep itiraz ederler. Çünkü vesayet altına alınmakla, aslında neredeyse tüm hak ve özgürlüklerini vasilerine teslim ettiklerinin bilincindedirler.

İşte böylesine utanç verici, onur kırıcı ve herkesin itiraf etmekten kaçındığı bir hali cesaretle tartışmaya açan Empati Grubunu ve Avrupa Birliği Sürecinde Siyaset ve Vesayet konferansının gerçekleştirilmesine katkı sağlayan herkesi yürekten kutluyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Ben, bu süre içerisinde bürokrasi-siyaset ilişkisi çerçevesinde Türkiye'nin insan hakları sorununu ele alacağım. Bürokrasi ile siyaset arasındaki bütünlük ve çatışma eğilimlerinin, insan hakları rejimine etkisine ve doğurduğu sorunlara değinerek, çözüm açısından insan hakları savunucularının alması gereken tutumu tartışmaya çalışacağım.

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum. Türkiye'de siyasi rejimden söz ederken, aslında, Mustafa Erdoğan Hoca'nın deyimiyle bir "bürokratik yönetim geleneği"nden söz ediyoruz. Bu gelenek, asker ve sivil bürokrasiyle, devlete bağlı sermaye ve düşünce üreticilerini de içine alan imtiyazlı bir kesimin veya sınıfın egemenliğini yansıtmaktadır. Bu egemenliğin kökleri, Osmanlıya uzanmaktadır ve bu kesim, Cumhuriyet tarihi boyunca da sahip olduğu ayrıcalıklı konumu hep korumak istemiştir. Hatta Cumhuriyetin kurucusu da bir bakıma onlardır. Dolayısıyla halka hizmet etmeyi hiçbir zaman kendine yakıştırmayan ve tam aksine halkı adam etme, terbiye etme hak ve yetkisini kendisinde gören yönetim anlayışı da onlara aittir.

Çok partili hayata geçilmesi ve demokrasinin şöyle veya böyle tesisi sonucu bu kesim, ayrıcalıklı konumunu, en alttakiler de dahil toplumun diğer kesimleriyle kısmen de olsa paylaşmak zorunda kalmıştır ve bu da, bu yapının siyaset kurumunu hedef haline getirmesine neden olmuştur. Çünkü siyaset, en zayıf olduğu zamanlarda bile, kitlelerin değer ve taleplerini iktidara taşıma veya en azından onu bu yönde etkileme işlevi görmüştür.

Aslında bürokrasi-siyaset ilişkisinde sorunlar her zaman ve her toplumda görülebilir; çünkü siyasa üretimi ve uygulaması arasında her zaman sorun doğabilir; ancak Türkiye'de sorun, bürokrasi ile siyaset çatışmasının çok ötesinde; deyim yerindeyse, bir tür sınıf mücadelesinin üstüne oturmasından kaynaklanmaktadır. Kısacası "eski sınıf", alt kattakilerin üste çıkmasına fırsat verdiği için siyaset kurumunu suçlamaktadır.

Bu çatışmada "müesses nizam"ın koruyucusu olan yapı ve işleyiş, Meclisin ve hükümetlerin ötesindeki "Devlet"tir; derini ve sığıyla, bu bürokratik yönetim geleneğinin sahibi olan devlet. Bunun gündelik hayattaki yansıması, bu ayrıcalıklı kesimin bir parçası olan medyanın; hergün Meclisi, milletvekillerini, seçilmişleri aşağılayan yayınlar yapması, buna karşılık üst düzey asker ve sivil bürokratları yüceltmesidir.

Bütün bunların ışığında bürokratik yönetim geleneği ile siyaset arasındaki ilişkinin insan hakları sorununa yansımasını tahmin etmek güç olmasa gerektir. Türkiye'de insan hakları sorunu, büyük ölçüde bu yapı ve işleyişin ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Sivil ve siyasi haklara ilişkin talepler, bürokratik yönetim geleneğinin çizdiği çerçeveyi aşamamaktadır; bu yönetim geleneğinin gölgesindeki siyaset de bunu sağlamayı başaramamaktadır. Özgürlük ise, bu ayrıcalıklı kesimin konumunu tehdit eden bir ilke olarak, bu yönetim geleneğinin düşman olarak algıladığı bir ilkeyi ifade etmektedir. Siyasi, dini, etnik, kültürel ve benzeri hak talepleri, hep bu duvara çarpmaktadır. Muhalefette iken birbirinden farklı olan siyasi partiler, iş başına geldiklerinde, bu yapı, onları kendine (ya da birbirlerine) benzetmekte, seçim programlarındaki insan haklarına ilişkin vaatler, iktidara geldiklerinde "devlet gerçekleri"ne tabi kılınmaktadır.

Bu çatışmada, kesinlikle tamamen masum olduğunu söyleyemeyeceğimiz, çok sayıda hata yapan ve hatta çoğu kez bu bürokratik yönetim geleneğiyle bütünleşen siyaset kurumu, her şeye rağmen önemlidir ve savunulmaya ihtiyaç duymaktadır. Çünkü insan hakları sorununu dile getirmenin, sorunları tartışmanın ve diyalogun mümkün olabildiği, insanların hiç değilse bir oyluk değerinin olduğu, seçilmiş yöneticilerin topluma karşı iyi-kötü sorumluluğunun bulunduğu tek zemin, siyaset zeminidir. İnsan hakları savunucuları olarak bizler için de muhatap olabileceğimiz, sorumlu tutabileceğimiz kurum, siyaset kurumudur. Örneğin son olarak yabancı misyonun Trabzon'da MAZLUMDER ile görüşmesini engellemeye çalışan Dışişleri bürokrasisi, yukarıda sözünü ettiğim "eski sınıf"ın en homojen, en "bozulmamış", yani toplumsal çeşitliliğin rengini taşımayan bir örneğidir. Ancak bu kurum da nihai anlamda, en azından kural olarak seçilmiş siyasi makamların denetimindedir ve bugün biz Dışişleri bürokratlarınca yapılan ayrımcılığın hesabını, yine bu kurumdaki seçilmiş yöneticilerle, Hükümetle ve Meclisle iletişim içinde sorabiliyoruz.

Siyaset kurumunun baskı altında olması, onun insan hakları ihlallerinden sorumlu olmadığı anlamına gelmiyor; ama örneğin, kaybedilenleri ararken muhatap bulma sıkıntısı çektiğimizde, yine bir ölçüde iletişim kurabildiğimiz makamlar onlardır. Meclis dışında hazırlatılıp Meclise dayatılan bazı kanun tasarılarını kabul etmemeye çalışan, geciktiren veya gönülsüz bir biçimde uygulayanlar da yine onlardır. Türkiye'de işkence bir gelenektir ve bürokrasi ve siyaset bu insanlık suçundan masum değildir; ama karakolda Filistin askısını bulup teşhir edenler TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyeleridir; bu sopayı küçümseyen ve görmememizi isteyen de bürokrasidir.

Hatta aynı insanın, siyasetçi ve bürokrat olarak davranışı farklı olabilmektedir. Bunun tek nedeni, siyasetçilerin topluma karşı sorumlu olmalarıdır. Hatırlayacak olursanız, 28 Şubat'ta beğenelim veya beğenmeyelim, meşru yollarla iktidara gelmiş olan bir hükümet, anayasal sınırlarını aşarak siyasete müdahale eden güçler tarafından yıkılmıştı. Bu süreçte iktidara gelmek için bu güçlerle işbirliği yapan, bunun bedeli olarak da "irticayla mücadele" adı altında dindar kitlelerin sivil ve siyasi haklarını ihlal eden bir parti, bugünlerde söylem değiştirmeye çalışıyor görünmektedir. O süreçte başörtüsü yasağını protesto edenleri "yarasalar" olarak tanımlayan yaklaşım, bugün kendisini daha özgürlükçü mesajlar vermek zorunda hissediyorsa, bunun da tek nedeni, barajlı da olsa, iyi veya kötü seçimlerin yapılıyor olması ve onların tekrar iktidara gelmek için sandığa gitmek zorunda olduklarını bilmeleridir.

Kısacası siyaset, hem farklı düşünce ve taleplerin yönetime yansımasına izin veren bir mekanizma olması, hem kısmen topluma karşı sorumluluğunun sağlanmış olması, hem de ülkemizdeki bürokratik yönetim geleneğinin her zaman gönüllü olmayan bir parçasını teşkil etmesi bakımından önemlidir. İnsan haklarını savunan bizler için de, devletin insan haklarına dayalı hale getirilmesi çabasında hem sahiplenilmesi, hem de kıyasıya eleştirilmesi gereken bir kurumu ifade etmektedir.

Dünden beri tüm oturumlarda, siyasetin son yıllarda dibe vurduğu, içinin boşaltıldığı dile getirilmektedir. Doğrusu ben, Türkiye demokrasisinde ya da siyasal hayatında siyasete biçilen yerin ve işlevin, zaten diplerde olduğunu düşünüyorum. Bize özgü demokraside siyasetin yeri böyle. Dolayısıyla eğer siyasetçide veya siyasette bir düzeysizlik görüyorsak, bilelim ki bu bir sonuçtur. Yani sıkça vurgulandığı gibi siyasetçinin bıraktığı boşluk birileri tarafından doldurulmuyor; siyasete ve siyasetçiye bırakılan yere sığabilen çap ve kalibredekiler siyasete atılıyor ve bu kadar siyaset yapabiliyor. Bunun dışına çıkabilenler, ne yazık ki Türkiye siyasi tarihinde, ne yazık ki "istisna" olarak kalmaktadırlar.

Sonuç olarak 28 Şubat, Türkiye'de bürokrasinin MGK Genel Sekreterliği etrafında kurumsallaşması ve siyasallaşması projesi olarak da tanımlanabilir. Esasen Türkiye'de bürokrasinin gücü öteden beri bilinmekteydi; ancak bunlar arasındaki uyumsuzluk, ülkedeki gerçek iktidar erkini zaman zaman güç durumda bırakabiliyordu. İşte bu durumu ortadan kaldırmak için 28 Şubat'ın ilk günlerinde çeşitli bürokratik kademeler bazı "sivil güçlerle" birlikte brifinglerle tabi tutulmuştur. Bu süreçte dikkat çeken bir diğer husus, sivillerin de bürokratlaşmış olmaları ve siyasileri klasik bürokrat tutum ve davranışlara zorlama yarışına girmiş olmalarıdır. 28 Şubat'ın başarısı, Türkiye'de yönetimin baştan aşağı bürokratlaşmasına bağlıydı ve bu da önemli ölçüde gerçekleşti. O nedenledir ki, bir bürokratın hazırladığı ve resmi ideolojik kaygılarla hak ve özgürlükleri kısıtlayan yasa tasarısını hükümetteki bürokratlaştırılmış siyasetçiler çekinceli veya çekincesiz imzalamış, meclisteki uzantıları da onaylamıştır. Bazıları bu durumu, Türkiye'de siyasetin bitişi olarak yorumlasa da, gerçek; ülkede siyasetin bürokratikleşmesinden ibarettir.

Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz'ın "Refah Partisi, en çok oyu da alsa, onlara hükümet kurdurmazlar." sözü ne anlama gelmektedir? Ya da Cumhurbaşkanı Demirel'in Refah-Yol hükümeti döneminde sarfettiği "Hükümet böyle düşünüyor ama bakalım devlet nasıl düşünüyor?" sorusunu veya Başbakan Ecevit'in Kürtçe TV ile ilgili bir soruya verdiği "Henüz MGK'da görüşülmedi; onun için bir şey diyemem" cevabını, ya da Jandarmanın Botaş baskını ile ilgili olarak sadece "şık olmadı" demesini nasıl değerlendirmek gerekmektedir. Kuşkusuz bunlar sivil siyasetçilerin söyleyebileceği şeyler değil. Eğer bunlar sivil siyasetçi ise, vallahi TSK da bir sivil toplum örgütüdür. Ama gelin görün ki Türkiye'de siyaset de yıllardır bunların işgali altında.

İşte tam bu noktada, şu sorunun sorulması kaçınılmaz gözükmektedir. Tüm bunlarda toplumun, yani bizim hiç mi kabahatimiz yok. Milletvekillerine karşı her türlü tepkiyi verebilenlerimiz bile, en alt düzeydeki bir devlet memurunun yanına girdiğinde büyük tedirginlik yaşamıyor mu? Sürekli yakındığı siyasetçileri bile bir ömür boyu sırtında taşıyan halk, çok mu masum? Biz bürokrasiye, maaşını verdiğimiz ve bize hizmet etsinler diye görevlendirdiğimiz memurlarımız olarak bakmayı başaramazsak, onlar bize efendilik yapmayı elbette sürdüreceklerdir. Sonuç olarak siyasette bir düzeysizlik, bir boşluk, bir dibe vurma varsa, bu bizim toplum olarak düzeysizliğimizin ya da dibe vuruşumuzun yansımasıdır diye düşünüyorum. Daha doğrusu böyle düşünerek çözüme ulaşabileceğimizi umuyorum.

FAALİYET BİLGİLERİKategori Adı Seminer & Panel & KonferansTarih 2001-06-15
Okunma Sayısı : 3095
Şube ve Temsilcilerimiz
mazlumder-genel-merkez
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER GENEL MERKEZ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk, No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (0212) 526 2440 | Faks: +90 (0212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4645337