BAŞÖRTÜSÜ SORUNUNU EKSENİNDE KADIN HAKLARI, KADINLARIN UĞRADIKLARI BASKI VE AYRIMCILIK

BAŞÖRTÜSÜ SORUNUNU EKSENİNDE
KADIN HAKLARI, KADINLARIN UĞRADIKLARI BASKI VE AYRIMCILIK


Değerli dinleyiciler,

Konuşmama başlarken hepinizi saygıyla selamlıyorum. Konuşmamda, ülkemizin trajik insan hakları sorunlarından birisi, başörtüsü sorununu ekseninde kadın hakları, kadınların uğradıkları baskı ve ayrımcılık gibi konularda bazı değerlendirmelerde bulunacağım. Kuşkusuz başörtüsü sorunu, ülkemizde kadınların karşı karşıya bulundukları tek sorun değil; ancak bu konu, ülkemizde kadınların içinde bulundukları durum veya genel olarak insan hakları bakımından ülkemizin durumu hakkında somut bir örnek olması bakımından önemli. Bunun ötesinde, sorunu bizatihi yaşayan kadınlar açısından doğal olarak her konudan veya diğer tüm ihlallerden daha fazla önemli olabiliyor.

Ülkemiz kötü bir dönemden geçiyor. Bu süreçte insan hakları ve bu haklar kapsamındaki özgürlüklerin her geçen gün tahrip edildiğini görüyoruz. Bu çerçevede öncelikle şu tespiti yapmak istiyorum: Hak ve özgürlüklerin tahrip edildiği bu sürecin mağdurları bir veya bazı kesimlerden ibaret değildir. Kuşkusuz herkes için ateş düştüğü yeri yakmaktadır ve herkes kendisi ve yakın çevresi ile ilgili acılarla daha fazla meşgul olmaktadır. Ancak bir ülkede baskıcı bir siyasi rejim varsa, bunun anlamı, birbirinden haberdar olsun veya olmasın, toplumun tümünün bu baskıdan bir biçimde payını almakta olduğudur. Bu pay konjonktürel olarak toplumun çeşitli kesimleri için azalıp çoğalsa da, baskıların uzun vadede herkese, hatta bu baskıları destekleyenlere de yöneldiğini tarihi tecrübeler kanıtlamaktadır. Yargıtay başsavcısının dikta rejimi yasalarını talep eden konuşması bugün hemen herkesten tepki almıştır; ama bu kişiye rahatlıkla böylesine baskıcı taleplerde bulunma cesareti verenlerin içinde bugün artık eleştirenler de vardır. 28 Şubat'ı "nasılsa dincilere karşı yapılıyor" diye destekleyenlerin en azından bir bölümü, sahip oldukları özgürlükleri bile bir bir kaybettiklerini, laiklik yaygaralarının altında uğratıldıkları maddi kayıpları, ellerinden alınan ekonomik ve sosyal hakları farketmeye yeni yeni başlamışlardır.

Bugün ülkemizde dini inanç ve pratiklerinden dolayı baskı altında bulunanlar, zengin bir mağdur kompozisyonunun sadece bir parçasıdırlar. Ayrıcalıklı konumlarını sürekli bir iç düşman illüzyonu yaratmaya, kendilerine önce bir tehlike sonra da görev icat etmeye ve böylece rejimin kaymağını yemeyi sürdürmeye alışkın olan egemen güçler, içinde bulunduğumuz ara rejim sürecinde, bu kez de İslami kesimi öncelikli iç düşman olarak ilan etmişlerdir. Bunun anlamı, baskı ve şiddet politikasının, İslami kesimle özdeşleştirilen tüm bireyleri kapsayacak biçimde adım adım genişletilmesidir. 28 Şubat'tan bu yana yaşadıklarımızın, Müslümanların her gün yeni baskı ve ihlal biçimleriyle karşılaşmasının anlamı budur. Bu süreçte en yoğun ve çok boyutlu baskıya maruz kalanlar da her zamanki gibi kadınlar olmaktadır.

Kadınlar, sözde af kanunlarıyla, gelecekleriyle düşünce ve inançları arasında tercih yapmaya zorlanmaktadırlar. Böylece, daha önce düşünce ve inançlarından taviz vermekten ve hukuksuzluğa göz yummaktansa cezalandırılmayı tercih eden kadınlar, okullarını ve işlerini geri alma pahasına bir kez daha kişiliklerinden taviz vermeye, aşağılanmışlık duygusuyla yaşamaya rıza göstermeye ve onlara nasıl yaşamaları gerektiğini dikte ettiren egemenlere boyun eğmeye zorlanmaktadırlar. Kısacası bu tür girişimler, -insanlıkdışı bu yasağın kalkmadığını göz önüne aldığımızda-, aslında bir af değil, şimdiye kadar başını açmayan kadınlara, haklarını kullanmaktan vazgeçmeleri ve ruhlarını egemen iradeye satmaları, kendi kişiliklerini devlette yok etmeleri için yapılmış çağrılardan başka bir anlam taşımamaktadır.

Dahası, mevcut veya geçmiş siyasi iktidarların hiçbirinin başörtülü kadınları affetmeye kalkmaya hakları yoktur; yapmaları gereken, onlardan özür dilemek ve haklarını iade etmekten başka birşey de değildir. Bu gerçek bu kadar basittir ve eninde sonunda gelinecek nokta buradan başkası da olmayacaktır. Ne kadar baskı yapılırsa yapılsın, eninde sonunda bu insanlık suçu ortadan kalkacaktır; tıpkı İslam'ı istismar ederek kadını zorla eve hapseden bazı Ortadoğu rejimlerinin işledikleri insanlık suçlarının ortadan kalkacağı gibi. Bunun uzun ve çetin mücadelelerle dolu bir süreç olacağı, ara rejimin aşılmasının çözüm için şart olduğu ve maalesef bu süreç aşılıncaya kadar kadınların yaşadıkları acıların devam edeceği açıktır.

Devlet, başörtülü kadınlardan, onların haklarını ihlal ettiği, maddi ve manevi baskı yaptığı, din özgürlüğünü ihlal ettiği, kişilik haklarını çiğnediği, ayrımcılığa tabi tuttuğu, öğrenim özgürlüklerini ellerinden aldığı, işten atılmalarına resmi gerekçe oluşturduğu; kendisini gerçekleştirmeyi kadınlar üzerinde tahakküm kurmakta bulan ve kadınları aşağılamaktan haz duyan otoriter kişilikli erkeklere bu hastalıklı kişiliklerini fazlasıyla tatmin edebilecekleri geniş bir av sahası sunduğu; etnik önyargıları olan veya aşırı mezhepçi çok sayıda kamu görevlisinin bu yasağı fırsat bilerek kin ve nefret duydukları "öteki"leri ve onların çocuklarını cezalandırmakta gayretkeşlik içine girmelerine zemin hazırladığı ve dolayısıyla dil, din, ırk ve mezhep temelinde halkı kin ve düşmanlığa sürüklediği için suçludur.

Mağduriyeti giderecek düzenlemeler nasıl olmalıdır? Herşeyden önce devlet, bütün bu acıları yaşattığı, bütün bu suçları işlediği ve işlenmesine fırsat verdiği için tüm toplumdan ama öncelikle kadınlardan özür dilemelidir. Ancak bu yeterli değildir; birçok kamu görevlisinin derin devletin ve onun güdümündeki siyasi iktidarların baskılarına direnerek insanlık suçu işlemediği bir ortamda, bu yasağı gerekçe göstererek kadınlara karşı suç işleyen, başka bir ifadeyle "bu kanunsuz bir emirdir" deyip uygulamamaları gerekirken uygulayan, hukuka ve hatta yürürlükteki kanunlara uymaktansa siyasetdışı güçlerin direktiflerine uyan kamu görevlileri cezalandırılmalıdır. Hukuku en fazla bilmesi ve kişisel duyguları ne olursa olsun hukuka uygun hareket etmesi gereken hakimler ve yüksek yargı organlarından bu yasak lehine karar ve hüküm vermiş olanlara işten el çektirilmeli ve adalet gibi hayati bir alanda görev yapmalarına bir daha göz yumulmamalıdır. Bu yasak nedeniyle okulunu, işini ve sağlığını kaybeden, mezun olamadığı veya ilgili meslek odasının engellemesi yüzünden mesleğini icra edemeyen kadınlara maddi ve manevi tazminat ödemelidir. Dolayısıyla yapılması gereken, sadece yasağın kalkmasını savunmak değil, bu yasaktan dolayı uğranılan zararın tazmin edilmesini de talep etmek olmalıdır.

Değerli kadınlar,

Sözlerimin başında bu süreçte en çok acı çekenlerin kadınlar olduğunu belirtmiştim. Gerçekten de söyledikleri veya yaptıkları nedeniyle değil, sırf tesettürlü olduklarından dolayı baskıya uğrayan, aşağılanan ve işinden ekmeğinden olan sizlersiniz. Aynı acıları bire bir yaşamayan bir insan olarak sizin hissettiklerinizi hiçbir zaman hissedemeyeceğimi düşünebilirsiniz, bunda haklı da olabilirsiniz. Ama yine de yapılması gerekenlere ilişkin olarak bazı hususlara değinmek istiyorum. Tarih boyunca dünyanın birçok yerinde, sırf dininden, dilinden, etnik kimliğinden, derisinin renginden dolayı baskı ve ayrımcılığa maruz kalan insanlar olagelmiştir. Örneğin Amerika'da siyahlar hukuki ve siyasi eşitliği kuşaklar boyu süren acılı, ama kararlı bir mücadelenin sonunda kazanmışlardır. Siyahların "Biz buradayız ve gözünüzün önünden kaybolmayacağız" sloganı, onların varolma mücadelelerindeki kararlılığın bir ifadesiydi. Bugün bile onlara yönelik inceltilmiş ve dolaylı bir ayrımcılıktan söz edilebilir; ancak artık en azından devlet onların yasa önünde eşitliğini ihlal edememektedir.

Bu mücadelede hiçbir zaman gözden kaçırılmaması gereken bir noktaya işaret etmek istiyorum: Dünyanın en güç işi, zulüm görenlerin merhamet duygularını kaybedip zaman içinde baskıcıların mantığını içselleştirmekten kendilerini koruyabilmeleridir. İnsanlık tarihinde bunun başarılabilmiş olduğu özgürlük mücadeleleri azdır. Ama bu başarıldığı takdirde, kazanılan özgürlük herkesi kuşatacak kadar geniş olabilmiş ve dünyayı herkes için, hatta dünün baskıcıları için bile daha yaşanabilir bir mekana çevirebilmiştir. Zulmün egemen olduğu bir Mekke'den özgür ve emin Mekke'ye böyle ulaşılmıştır. Bir düşünürün söylediği gibi "Canavarlarla savaşan, onlara benzememeyi de başarmalıdır". Zulme karşı mücadele ederken, aynı anda nefretle de mücadele edebilmektir mesele. Yaşanan tüm acılara rağmen bu duyarlılığın korunduğunu görmek umut vericidir. Başörtülü kadınların verdikleri varolma mücadelesi bu bakımdan son derece özgürleştirici bir potansiyel taşımaktadır. Başarı da sadece başörtülü olan ve olmayan kadınların değil, erkeklerin ve tüm toplumun olacaktır.

Son olarak değinmek istediğim bir husus ise, hak ve özgürlük talep ederken ahlaki meşruluk zemininin gözden kaçırılmamasıdır. Bundan kastım, bu ülkede, özelde başörtüsü, genelde ise din özgürlüğü konusundaki baskı ve ihlallerden başka ihlallerin de olduğunun, farklı dünya görüşlerine ve yaşam tarzlarına sahip sayısız insanın da başka ihlal biçimlerinden mağdur olduklarının, şu anda onların da acı çektiklerinin hiçbir zaman unutulmaması; hak ve özgürlüklerin herkes için talep edilmesinin zorunlu olduğudur. Bu sadece dayanışmayı sağlayacağı ve sonuçta herkese yarayacağı gibi pragmatik bir kaygının değil, fayda veya zarar beklentisinden bağımsız olarak herşeyden önce İslam ahlakının bir gereği olduğundan dolayı tercih edilmelidir. Kadınlar ve erkekler olarak bunu başarabildiğimiz takdirde insan onuruna yaraşır bir dünyaya ulaşmamızın önünde hiçbir engelin tutunabileceğini sanmıyorum.

Dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.

FAALİYET BİLGİLERİKategori Adı Seminer & Panel & KonferansTarih 2004-08-28
Okunma Sayısı : 4337
Şube ve Temsilcilerimiz
mazlumder-genel-merkez
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER GENEL MERKEZ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk, No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (0212) 526 2440 | Faks: +90 (0212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4643496