Her iki tespit de doğruydu.
Bu ülkedeki kahrolası statükonun asıl korktuğu, kendi mahallesinde kendi çevresi için hak savunusu yapanlar değildi. Kürtler için hak talebinde bulunan bir Kürt, isterse eline silah alıp dağlara çıksın, statüko için gerçek bir tehdit değildi. Sadece Aleviler için hak talep eden, ama başörtülü kadınlara yönelik resmi ayrımcılığı savunan Alevi de öyle. Sadece Sünniler için hak talep eden, ama Alevi inancına yönelik resmi ayrımcılığa gözlerini kapatan Sünni de. Onlar "tanımlanabilir kötüler" ve kendisinden beklenen rolü oynayan "ötekiler"di.
Bu ülkede oyunun kuralları böyle oluşturulmuştu. Mağdur kesimler, sadece kendileri için hak talep edip, ötekilerin feryatlarına kulak tıkama konusunda sessiz bir mutabakat içindeydi. Ortak bir ahlak veya ahlaksızlık kodu vardı ve bu yazılı olmayan anayasaya uymayan neredeyse yoktu. Kazara vicdanın sesini dinleyip de "öteki"nin hakkı için ağzını açmak isteyen olursa da, devletten önce mahallenin "büyükleri" sustururdu. Çünkü "aymazlığın sırası değil"di; "stratejik düşünmek gerek"ti ve dahası "devlet onlar'ı bastırırken haklı"ydı.
Kısacası herkes, devletin bir başka kesime hak vermeyişini onaylıyordu ve düzen böyle ayakta duruyordu. Sadece kendisine yapılana karşı sesini yükseltenden zarar gelmezdi. Onlar kendi mahallelerinde bağırır bağırır, sonra susarlardı.
Asıl "zararlı" olanlar, kendi mahallelerinden çıkmayı, bu ülkedeki kronik ahlak sorunundan bağışık kalmayı ve ötekinin hakkını savunmayı başaranlardı. Bütün tanımları altüst eden, "saf kategorileri bozan", "aymaz"lığı göze alan ve dolayısıyla en tehlikeli olanlar onlardı. Onlar çarkın dişlileri arasına giren gerçek birer çomaktı. Onların ahlakı yaygınlaşacak olursa, "zor"dan ziyade kurbanların ahlaki zaaflarıyla dönen çark durabilirdi.
Bugün de asıl korku budur, çünkü bu uğursuz çark, bugün de ancak kendisine biçilen rolü oynamayı reddeden aykırı unsurlar tarafından durdurulabilir.
Ama neyse ki, bu ülkede az da olsa, hakkı, hukuku, adaleti, özgürlüğü ve barışı herkes için aynı anda isteyebilenler var ve onlar "kınayanın kınamasına aldırmadan" doğru bildiklerini yapıyorlar. "Düşünceye Özgürlük Herkes İçin" diyenler gibi. "Henüz Özgür Olamadık" diyenler gibi.
Ve tabii ki MAZLUMDER gibi.
Ağırlıklı olarak Müslüman kimliği ve İslami duyarlılıkları belirgin insan hakları savunucularından oluşan bu dernek, yıllardır bıkmadan, usanmadan, adeta bir Eyüp sabrıyla, "kim olursa olsun mazlumdan yana, kim olursa olsun zalime karşı" ilkesinden hareketle yüz ağartıcı bir insan hakları mücadelesi yürütüyor.
Onlar öteden beri saf kategorileri bozuyorlar. Kendilerine düşmanca yaklaşanları şaşırtacak derecedeki geniş gönüllülükleriyle bozuyorlar. Ayrımsız insan hakları mücadeleleriyle bozuyorlar. "Mazluma kimlik sorulmaz" diyerek bozuyorlar.
Biliyorum, içinizde "acaba onca zamandır takiyye mi yapıyorlar?" diyenler olabilir. Yapmıyorlar elbette. Örneğin bazı hak talepleriyle ilgili tereddütlerini samimiyetle ifade ediyorlar. Ama "takiyye olarak" dahi bunca zamandır ayrımsız insan hakları mücadelesi yapıyorlarsa, yine helal olsun. Çünkü ötekinin hakkı söz konusu olduğunda takiyye yapamayacak kadar tahammülsüz ve önyargılı olanların ülkesi burası.
Geçenlerde İstanbul'da düzenledikleri Etnik ve Dini Ayrımcılık Sempozyumunda da ayrımsız insan hakları anlayışının başarılı bir örneğini verdiler. Abdülbasit Bildirici'nin etnik ayrımcılık, Nesip Yıldırım'ın dini ayrımcılık konusunda hazırlayıp sundukları raporlardan, o sempozyumda geçmişten günümüze uğradıkları ayrımcılığı ifade etmeleri için mikrofona davet ettikleri Süryani, Alevi, Sünni, Bahai ve Protestanların şahitliklerine kadar her anı değerli, olağanüstü başarılı bir etkinliğe imza attılar. (Sempozyumu değerlendirmeye yerim kalmadığı için Baskın Oran'ın Radikal 2'deki yazısını okumanızı önerir, bu vesileyle MAZLUMDER Başkanı değerli insan hakları savunucusu Ömer Faruk Gergerlioğlu'nu kutlarım).
Büyük medya bu sempozyumu görmezden geldi, küçük medya farkında bile olmadı. Ve tabii ki MAZLUMDER, kimilerinden olumsuz tekiler de aldı.
Ama zerre kadar geri adım atmadı.
Son olarak, derneğin Hatay Şubesi'nden ve aynı zamanda Özgür Eğitim Sen üyesi Ahmet Hamdi Ayan, "vahye dayanmayan" dinleri "zararlı" sayan ifadelerden dolayı, toplatılması talebiyle bir ders kitabı için suç duyurusunda bulundu.
Bir deneyelim, hem daha kötü ne olabilir ki?..