Engin Çeber'in ölümü ile kamuoyunun dikkatini çeken işkence konusu aslında insan hakları örgütlerinin son yıllarda hep gündemindeydi. İşkencenin arttığına dair somut veriler birçok insan hakları örgütünün raporlarına girmişti. Gözaltında ve cezaevindeki ölümler, kolluk kuvvetlerinin keyfi muameleleri son yıllarda artma eğilimi içindeydi.
İşkence yıllardır bir Türkiye gerçeği. AB uyum yasalarının kabul edilmesi ile azalma eğilimi gösteren işkence vakaları, 2005'den sonra insan hakları örgütlerinin raporlarına yansıyan oranlarda hissedilmeye ve somut olaylarla gündemin zirvesine çıkıp Adalet Bakanı'nın özür dilemesine neden oldu. Bir insanlık suçu olan işkence bitirilebilir mi, diye çoğu kez sorulur. Elinde güç, yetki ve silah bulunduranların yetkilerini bir hukuk devletinde olmaması gerektiği ölçüde arttırırsanız bu soruyu hiç sormamanız gerekir. İşkence kapalı kapılar arkasında iz bırakmadığı müddetçe etkisini kimseye hissettirmeyebilir. Ama gün gelir ses yükseltilmemesinden beslenerek artan işkence, dozu kaçırır, darbeli cesetler ortaya çıkar ve işkence bir irin yığını şeklinde tüm insanlığın önüne apaçık dökülür.
Devlet için yasalarla sınırları çizilmiş cezalandırma metodları vardır. Ama işkenceyi bir cezalandırma metodu haline getirirseniz sanıklarla, tutuklularla, mahkumlarla karşı karşıya kalan devlet görevlilerinin yaptıkları için sonradan özür dilemeniz boşunadır. Zira bu dünyaya geri dönemeyecek hayatını kaybetmiş kişiler veya kalıcı sakatlıklar yaşayanlar vardır artık sahnede. İşkencenin yarattığı kalıcı psikolojik veya fizyolojik izleri taşıyan kişiler bunu aileleri, ve yakınları ile yaşar yıllarca. Artan kin ve intikam duyguları ise barışı bombalamaktan başka bir şey getirmez kimseye.
Engin Çeber olayında bir ilk yaşandı ve Adalet Bakanı özür diledi. Oysa şimdiye kadar devlet yetkilileri işkenceyi kabul etmiyor ve işkence davaları zaman aşımına uğruyordu. Bazı işkence davaları ise uluslararası baskılar sonucu zaman aşımına yakın bir zaman kala az ceza verilebilen kararlarla bitiyordu. O halde şu ana kadar kabul edilmek bile istenmeyen işkence için şimdi neden bakan kalkıp özür diliyordu? Son olayda işkence mızrağın çuvala sığmayacağı şeklindeydi. Diğer işkence olaylarına göre olay medyatikleşmişti. Medya baskısı olmasa bu özür olur muydu, bilemiyoruz.
ANKETTEN ÇARPICI SONUÇLAR
Ancak Türkiye'de işkenceye karşıtlık konusunda kalıcı bir ortak vicdan olmadığını da gözlemliyoruz. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yapılan 'World Public Opinion -Dünya Kamuoyu-WPO' anketine göre; Türkiye'de kamuoyunun yüzde 51'i, 'masum insanların hayatlarının risk altında olduğu olağanüstü durumlarda 'teröristlere' belli oranda işkence yapılabileceğini' düşünüyor. BM, 2006 yılında bu oranın yüzde 24 olduğuna ve son iki yıl içinde yüzde 27'lik bir artış gösterdiğine dikkat çekiyor.
Anketin yapıldığı 19 ülkenin 14'ünde ankete katılan kişilerin çoğunluğunun 'işkencenin hiçbir durumda kesinlikle uygulanmaması gerektiğini' belirtiyor. Ancak ankete göre Hindistan, Nijerya ve Tayland ile birlikte Türkiye'de büyük çoğunluk işkenceye onay veriyor. Türkiye'de bu oran yüzde 51. Türkiye'de 'genel olarak işkence uygulanabileceğini düşünenlerin' oranı yüzde 18. Bu oranın Çin ile birlikte en yüksek oran olduğu da belirtiliyor.
Bu veriler ışığında eğri oturup doğru konuşmak gerekiyor. İşkence konusunda toplumsal bilincin oluşmadığı bir toplumda, işkence nasıl önlenecektir? Kolluk kuvetlerinin keyfi muameleleri ile nasıl mücadele edilecektir? Halkın ısrarlı talepleri olması halinde ancak işkencenin bitmesi konusunda umutlanabiliriz. İşkenceyi sistematik hale getirmiş olanları kalıcı olarak durdurabilmek için genel bir insan hakları eğitiminin şart olduğu ortadadır.
Toplumda bu bilinç eksikliği varsa işkenceyi cezalandırma metodu olarak uygulayanlar nasıl durdurulacaktır? İşkenceye uğrayanların çeşitli kötü muameleleri normal kabul etme şeklindeki toplumsal bilinç altından kurtulamamaları buna eklenirse işimizin daha da zor olduğu anlaşılacaktır.
Son yıllarda özgürlükler yerine güvenliği esas alan kanun değişimleri, cezai müeyyidelerin ağırlaştırılması, baskının artırılması, özgürlük ve hakların ise olabildiğince kısıtlanması şeklinde ortaya çıkmıştır. Terörle Mücadele Kanunu (TMK) 2006 yılında hak ve özgürlükleri kolluk kuvvetlerinin keyfi bir biçimde kısıtlamasına zemin hazırlayacak şekilde değiştirilmişti. Ardından Haziran 2007'de Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu'nda (PVSK) polisin yetkilerini arttırıcı değişikliklerin de yapılması ile zaten işkence ve kötü muamelenin yolu iyice açılmıştı. Aramalarda, gözaltında, cezaevinde niye işkenceler yapılıyor, diye sormanıza gerek yoktur. Zira kanun eliyle buna zemin hazırlanmıştır. Ardından çok somut bir şekilde gözaltında ve cezaevlerinde ölümler ve işkence vakalarında artışlar yaşanmıştır.
İSTANBUL PROTOKOLÜ UYGULANSIN
Önemli olan işkencenin durmasıdır. İnsanlar öldükten sonra dövünmenin anlamı yoktur. Yeni acıların önlenmesi için, TMK'da ve PVSK'da yapılan insan haklarına aykırı kanun değişiklikleri derhal iptal edilmelidir. Türkiye tarafından kabul edilen ancak TBMM tarafından onaylanmayan BM işkencenin önlenmesi sözleşmesi seçmeli protokolü derhal onaylanmalıdır. Zira bu protokolün 1. maddesinde belirtildiği gibi amaç; "İşkence ve diğer zalimane, insanlık dışı ya da onur kırıcı muamele ya da cezanın önlenmesi için, bağımsız uluslararası ve ulusal organlar tarafindan, kişilerin özgürlüklerinden mahrum bırakıldığı yerlere düzenli ziyaretlerin yapılacağı bir sistemin kurulması"dır. BM'in yasal dökümanı olarak kabul edilen 'İstanbul Protokolü' işkencenin, zalimliğin, alçaltıcı davranışların ve cezaların araştırılması ve belgelenmesini içeren bir kılavuzdur ve etkin bir şekilde uygulanmalıdır.
21 10 2008 TARAF