Ankara, 23 Haziran 2001
MAZLUMDER Genel Başkanı Yılmaz Ensaroğlu'nun, Fazilet Partisi'nin kapatılması ile ilgili olarak yaptığı basın toplantısı metni :
ANAYASA MAHKEMESİ DE Mİ ANAYASAYA AYKIRI İŞLER YAPIYOR?
Fazilet Partisi, 25 ay süren bir "yargı süreci"nin baskısından, muhtemelen beklediğinden daha hafif bir hasarla kurtuldu! Ancak Anayasa Mahkemesinin bu kararı, birçok açıdan uzun süre tartışılacaktır. Hatta sadece bu karar değil, bu karar vesilesiyle Anayasa Mahkemesinin kendi statüsü, hukuki ve kurumsal saygınlığı bile tartışmaya başlanacaktır. Bunun ilk belirtileri, dünden beri izlediğimiz TV yayınlarında ve bugünkü gazetelerde de görülmektedir.
Demokrasilerin ayrılmaz, vazgeçilmez parçaları olduğu sıkça söylenen siyasi partilerin kapatılması, başlı başına bir insan hakları sorunudur. Çünkü siyasi partilerin kapatılması, düşünce özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanması ve en önemlisi, halkın yönetime katılma hakkının tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Bu anlamda Fazilet Partisinin kapatılmasını, evrensel hukuk ilkeleri ve insan hakları standartları açısından kabul edilemez bulduğumuzu ifade etmek istiyorum.
Türkiye gibi insan hakları ihlallerinin bir yönetim pratiğine dönüştürüldüğü ülkelerde, hak ve özgürlüklerin korunmasında yargıya büyük görev düşmektedir. Anayasa Mahkemesi ise, hem yasal düzenlemeleri denetleyen, hem de bireyleri, özellikle siyasi partileri ve siyasetçileri yargılayan tek yargı organıdır. Bu nedenle de sorumluluğu daha fazladır. Ne var ki Anayasa Mahkemesi, yıllardan beridir hak ve özgürlükleri geliştirme ve koruma yerine kısıtlamaya aracılık etmektedir. Dahası, Anayasa Mahkemesinin kendisi, anayasaya aykırı düşebilmekte ve yasa koyucu gibi davranabilmektedir. Böylece kendi statüsünü sıkıntıya sokmakta ve doğrudan doğruya kendisini tartışmalı hale getirmektedir. Öyle ki, yargı işlevinin dışında yaptığı girişimlerle zaman zaman hükümete/Meclise "muhtıra" dahi verme yetkisini kendinde görmüştür. Anayasa Mahkemesi'nin kendisinin de bir askeri darbe ürünü olması yüzünden olsa gerek; verdiği muhtıralar, kamuoyunda yeterince tartışılmamıştır.
Yıllar önce gazeteci Metin Göktepe'nin gözaltına alındıktan sonra dövülerek öldürülmesinin ardından yetkililer kamuoyuna inandırıcı bir açıklama yapma gereği dahi duymamışlar ve dönemin İstanbul Emniyet Müdürü, Göktepe'nin parktaki sandalyeden düşüp öldüğünü, İçişleri Bakanı ise oradaki bir duvardan düşüp öldüğünü açıklamıştı. Anayasa Mahkemesi'nin Fazilet Partisinin kapatılması ile ilgili kararı da bu açıklamalar kadar "ikna edici"dir. Kuşkusuz Fazilet Partisinin kapatılmaması sürpriz olacaktı. Ancak bu kararın içeriği ve kapatmaya sebep olarak bulunan milletvekilleri, herkes için tam sürpriz olmuştur. İki yılı aşkın yargı süreci boyunca, FP'yi laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline getirecek daha uygun isim bulunamamış olması ilginçtir.
Bu kararıyla Anayasa Mahkemesinin, sadece hukukun üstünlüğünü, insan haklarını korumayı değil, aynı zamanda piyasaları ürkütmemeyi, toplum mühendislerinin istemediği bir zamanda ülkenin bir ara ya da genel seçimin eşiğine gelmemesini sağlamayı da önemsediği, hatta görev edindiği, basına yansıyan yorum ve değerlendirmelerden anlaşılmaktadır. Siyasetçilerin, hükümetin ve bazı odakların, piyasanın ürkmesinden kaygı duymalarına rağmen, ana muhalefet partisinin kapatılmasına sadece "üzülmeleri" doğal karşılanabilir. Ama Anayasa Mahkemesinin FP hakkında karar verirken, bu kadar uzun, ince ve ayrıntılı siyasi ve ekonomik hesaplar da yapmasının, kararı açıklama günü ve saatini bile kendisini tartışmaya açacak bir biçimde ayarlamasını anlamakta ve kabullenmekte zorlanıyoruz.
Fazilet Partisinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmesine ve partinin kapatılmasına neden olanların başında İstanbul Milletvekili Nazlı Ilıcak gelmektedir. Mahkemenin Ilıcak'ın milletvekilliğinin düşürülmesine ilişkin verdiği kararın, esasen değerlendirilebilecek herhangi bir yanı bulunmamaktadır. Çünkü FP'nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmesine sebep olmakla en az suçlanabilecek isimlerden birisidir Nazlı Ilıcak. Ama Ilıcak'ın başka bir özelliği vardır; birçok milletvekilinin sustuğu dönemlerde bile Ilıcak susmamıştır. Enerji ihalelerinin, yolsuzlukların üzerine gitmiştir. Daha önemlisi andıçların ortaya çıkmasına Nazlı Ilıcak neden olmuştur. Bu yüzden de hem asker ve sivil bürokrasinin, hem de bazı siyasetçilerin ve medya tekellerinin şimşeklerini üzerine çekmiştir.
Milletvekilliği düşürülen Bekir Sobacı artık tüm kamuoyuna post-modern darbe nitelemesi ile mal olmuş 28 Şubat süreci hakkında "sütü bozuk" deyimini kullanmış ve bu yüzden hem Meclis kürsüsünden indirilmiş, hem de Genelkurmay Başkanının dava açmasına muhatap olmuştur. Eski milletvekili Ramazan Yenidede ise, yargılanarak beraat ettiği bir konuşmasından ötürü şimdi siyasi yasaklı hale gelmiştir. Eski milletvekili Mehmet Sılay'ın "suçu" da toplatılan bir kitabındaki düşünceleridir.
Yasaklananlar arasında Merve Kavakçı'nın da olması, sadece Türkiye siyasetçisi açısından değil ABD vatandaşları bakımından da kaygı vericidir. Çünkü bundan sonra artık her ABD vatandaşının siyasi haklarına yasaklama gelebilir. Eğer Kavakçı TC vatandaşı ise, neden milletvekilliği görevini yapması yasaklanmaktadır? Yok eğer ABD vatandaşı ise, Anayasa Mahkemesinin bir başka ülkenin vatandaşı olan bir kişiyle ilgili böyle bir siyasi yasak kararı vermesi mümkün müdür ve bu hal onun mensubu olduğu partinin kapatılmasına gerekçe yapılabilir mi?
Karardan birkaç gün önce Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Haşim Kılıç: "Görmekte olduğumuz dava, siyasi bir davadır. Bu siyasi davayı hukukun içine oturtmaya çalışıyoruz." demişti. Ancak bütün bu faktörler, mahkemenin bu siyasi davayı hukukun içine oturtmayı pek başaramadığını göstermektedir. Ne yazık ki sadece bu dava değil, bu davanın kararı da siyasi olmuştur ve bu kararın üzerine 28 Şubat kokusu, intikam kokusu fazlasıyla sinmiş bulunmaktadır. Bu kararın asıl amacı, toplumdaki İslami görünürlülüğü biraz daha kısıtlamak ve özellikle başörtüsü yasağını daha da genişletmektir.
Kararla ilgili olarak Türkiye resmi toplumunun ve onun bir parçası olan siyasi toplum ile medyanın Başbakan Ecevit'in "..bunu gözümüzde büyütmeyelim. Türkiye'nin istikrarının sarsılmasına izin verilmesin" tavsiyesine gönüllü olarak uydukları anlaşılmaktadır. Avrupa Konseyinin, Refah Partisi ile ilgili dava bahanesiyle bir açıklama yapmama kararı alması ise insan haklarının uluslararası politikada nasıl bir araç olarak kullanıldığının yeni bir örneğini oluşturmaktadır.
BASIN BÜROSU