Ankara, 31 Ağustos 1998
MAZLUMDER Genel Başkanı Yılmaz Ensaroğlu'nun 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla düzenlemiş olduğu basın toplantısı metni :
"Bildiğiniz gibi II. Dünya Savaşı'nın başlangıç günü olan 1 Eylül, 1984 yılından beri, Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından "Dünya Barış Günü" olarak ilan edilmiş ve her yıl 1 Eylül geldiğinde, çıkardıkları savaşlarla yeryüzünü cehenneme çeviren güçler bile barışsever mesajlar vermektedirler. Ne var ki, bu birgünlük barışseverlik, savaşlarla, katliamlarla yaşanmaz hale gelen dünyanın karanlığını aydınlatmaya yetmemektedir. Çünkü bu 1 Eylül barış nutukları, sahtekarca atılmaktadır.
Ülkemizde de yıllardan beri sürdürülen soğuk ve sıcak savaşın kimi politikaları, içimizi karartmakta ve hepimizin vazgeçilmez haklarından olan barış hakkımızı yoketmektedir. Türkiye'de kalıcı ve uygulanabilir bir barıştan söz edebilmenin önündeki engeller, genel olarak mevcut devlet yapısından ve barış ve özgürlüğe ilişkin talepleri dile getirenlerden kaynaklanmaktadır.
Ülkemizde genel olarak devlet ile toplum arasında, zaman zaman da toplumun çeşitli kesimleri arasında yaşanan sorunların, öncelikle devletin kuruluş ve teşkilatlanma tarzından kaynaklanan tarihi ve siyasi temelleri vardır. Eğer bir devlet meşruiyetini geniş bir toplumsal mutabakattan almıyorsa; toplumun üzerinde, ona tahakküm edici ve şu ya da bu doğrultuda onu "dönüştürücü" bir ideolojiyi taşıyorsa, orada sorun var demektir.
Öte yandan bu tür yapısal bir rahatsızlığı içinde taşıyan devlet, doğal olarak farklı toplum kesimlerinin kendiIerini özgürce ifade edebildikleri bir platform olamayacak, varlığını sürdürmeyi, toplumun çeşitli kesimleri arasındaki çelişkilerin, çatışmaların devam etmesine bağlayacaktır. Bir kurum olarak araçsal değerini kaybeden ve toplumdan ayrı bir ontolojik gerçeklik olarak kurgulanan devletin, gizli ve etkili unsurları içinde barındırması da kendisi açısından zaruri olacaktır. Bugün yaşadığımız siyasi sorunların kaynağında, şeklen demokratik olan, ama özünde kendi toplumundan ve kendi toplumunun değerlerinden korkan bir devletin belirleyici rolü vardır.
Ancak, barış içinde bir arada yaşamanın önündeki engellerin sadece devletten kaynaklanmadığını da görmeliyiz. Evet, mevcut siyasi yapı ve işleyişten kaynaklanan sorunlar söz konusu ama, bu kronik yapısal rahatsızlıkların aşılmasının önündeki engeller, sadece devletin kuruluş ve teşkilatlanma tarzından kaynaklanmamaktadır. Ülkemizdeki farklı toplumsal kesimler, kültürel ve siyasal gruplar, varoluşlarını, bazı asgari müştereklerde birleşerek, söz konusu barış içinde bir arada yaşama projesini hayata geçirmek için birlikte mücadele etmeye bağlamamaktadırlar. Aksine, devletin, kendi dünya görüşlerinden ve hayat tarzlarından farklı olan kesimleri ve grupları tasfiye etmesine bağlamaktadırlar. Oysa, devlet-birey ve birey-birey arasında çatışma potansiyeli olan kavramlardan uzaklaşılarak, insan hakları gibi, siyasi ve felsefi anlamda müşterek olma vasfını daha çok taşıyan kavramlara ve politikalara yönelmek mümkündür.
Bugün ülkemizde toplumun hemen her kesimi birşeylerden şikayetçidir ve kendi haklarının ihlal edildiğine inanmaktadır. Burada problem, her kesimin benzer sorunların başka kesimlerde de yaşandığının yeterince farkında olmamaları, hatta içinde bulundukları olumsuz koşulların müsebbibi olarak "öteki"leri görmeleridir. Bu da ideolojik devleti güçlendirmekte ve buna paralel olarak özgürlüklerin alanını daraltmaktadır. Oysa bir bireyin, bir grubun, bir kesimin özgürlüğü, aynı anda öteki grupların özgürlüklerinin de savunulabilmesine bağlıdır. Bu ifade paradoksal görünümüne rağmen hem pratik bir değere sahiptir, hem de ahlaki bir zorunluluktur. Aynı şekilde ahlaki olarak da insanın kendisi için istediğini, kendi nefsi için uygun gördüğünü başkası içinde aynı ölçüde isteyebilmesi gerekmektedir; ki bu ahlaki tavır, pratikteki başarıdan çok daha önemlidir.
Ülkemizin kanayan yarası Kürt sorununa gelince; 14 yıldır yoğun bir biçimde yaşadığımız sorunun bugün geldiğimiz aşamasında, askeri yöntemleri tek alternatiif olarak gören anlayışın egemenliği sürmektedir. Bugüne kadarki bilanço, 30 bini aşkın ölü, onun birkaç katı yaralı, binlerce tutuklu, yüzlerce kayıp, 3 bini aşkın boşaltılmış ve bir kısmı da yakılmış köy ve mezra, 3 milyon işsiz, aç ve göçmen insandır. Şiddetin şiddet doğurduğu, kanın kanla yıkanmaya çalışıldığı bu süreçte, barış çağrıları maalesef duyulmamakta ve şiddeti şu ya da bu ideolojik, etnik, siyasi gerekçelerle meşru gören anlayışların egemenliği, bu kör dövüşünü sürekli kılmaktadır.
Öte yandan, Kürt sorununun çözümü açısından bugün inisiyatifin toplumda değil devlette olduğu, seçimle hükümet olmanın da gerçek anlamda iktidara sahip olmak anlamına gelmediği, artık iyice belli olmuştur. Bizim düşüncemiz odur ki, Kürt sorunu, sadece bu sorunu çözmek için geliştirilecek yöntemlerle, planlarla ve projelerle de çözülemez. Çünkü bu sorun, çok daha temel bir sorunun parçası ya da ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Gerçekçi olan çözüm, Türkiye'de devletin üzerine bina edildiği kuruluş ve örgütlenme biçimini değiştirmekten, devletin, ideolojik dayatmalarda bulunmayan bir hizmet aracına dönüştürülmesinden geçmektedir. Devlet tahhakküm edici yapısını, birey ve toplum hayatına açık ya da örtük müdahalelere zemin hazırlayan ideolojik karakterini terketmedikçe kendi toplumunun diliyle, diniyle, kültürüyle, kısacası değerleriyle barışmadıkça, daha doğrusu bütün bunlar devlete bizler tarafından kabul ettirilmedikçe toplumsal barışı ve dayanışmayı yokeden sorunlarımızın ciddi bir çözüme kavuşmasını beklemek güç olacaktır.
Türkiye'de basın da, ne yazık ki insan hak ve özgürlüklerinin korunmasına, toplumsal barış ve hoşgörünün güçlenmesine hizmet etmek yerine, toplumsal çelişkilerin derinleşmesine ve husumetlerin artmasına hizmet etmektedir. Yine basın, insan haklarının dile getirildiği ve savunulduğu bir platform olmaktan çok, devletin; toplumun bir bölümünü tasfiye etmek ve cezalandırmak için kışkırtıldığı bir araç işlevi görmektedir. Bu yönüyle basın, bugün toplum nezdinde saygınlığını yetirmiştir ve yukarıda sözünü ettiğimiz kapsayıcı, barışçıl bir beraberlik için kendisinden umutlanmamız için fazlaca bir sebep görünmemektedir.
Ancak bütün bunların dışında bizler, gerçek barışın siyasal sürecin çok ötesinde bir yerde, zihinlerimizde ve kalplerimizde gerçekleştirilecek bir devrimle gereği gibi tesis edileceğine inanıyoruz. Bütün otoriter ve totaliter sistemleri, bütün baskı ve işkenceleri, işkencecileri üreten bizleriz; ve bizler herşeyden önce kendimizle, toplumla ve doğayla yeni bir barışı tesis etmeye çalışmalıyız.
Bu çerçevede belirtilmesi gereken diğer bir konu da, Türkiye'de halkla, halkın değerleriyle barışması gerekenin sadece devlet olmadığıdır. Kendisini aydın olarak tanımlayan, ama devletin resmi ideolojisini örtük bir biçimde kendisinde barındıran kesimlerin de, kendilerini bu açıdan yeniden gözden geçirmelerinde yarar vardır.
Bunun için diyoruz ki şiddetin bir türlüsünü kınarken, öbür türlüsüne göz kırpan bir tutumun, uzlaşma zeminini daha da dinamitleyeceğini akıldan çıkarmadan, terörün bir türlüsüne "düşman", bir türlüsüne "bizimkiler" muamelesi yapmadan, içtenlikle diyalog için çalışalım ve unutmayalım ki bir yazarımızın deyimiyle, "Eğer toplum uzlaşma istiyorsa ve devlet de toplumun hizmetindeyse devlet de uzlaşmak zorundadır."
Bu bakımdan barış girişimlerini gerçekleştirenler, barış kahramanı olmanın değil, bizzat barışın peşinde olmalıdırlar. Ancak unutmamalıyız ki, barış yanlıları da , en az savaş yanlıları kadar kararlı inisiyatifler oluşturamazlarsa; bu sorunun çözümünü devletlerarası ilişkilerde değil de, Türkiye'de ve halkın içinde aramazlarsa barış süreci daha da uzayacak demektir.
Kısacası yapılması gereken; toplumun her kesimindeki tek yanlı, tek yönlü, kendi içine dönük bilgilenme ve tavır geliştirme sorununu kırmak, sevmediğimiz, hatta nefret ettiğimiz kesimlerin bile haklarını sahiplenerek, barış için, insan hakları için bir araya gelerek, sınırlı da olsa bazı konularda birlikte faaliyette bulunarak bu gidişe dur diyebiliriz. Bu bizi ne ideolojik tutarsızlığa, ne "siyasi rakiplerimizin ekmeğine yağ sürmeye" ve ne de ilkesizliğe götürür; sadece daha çok insan kılar.
MAZLUM DER olarak bizler, bugüne dek gücümüz yettiğince, ayrımsız bir insan hakları mücadelesi vermeye, barışı sağlamaya yönelik tüm girişimleri desteklemeye çalıştık. Bugün de barış için buradayız, barış için elimizi uzatıyoruz ve barış için ümitvarız."