Türkiyenin Cezaevleri Sorunu

-Türkiye'nin Cezaevleri Sorunu-

"YÜKSEK GÜVENLİKLİ HÜCRELER" YA DA " F TİPİ " CEZAEVLERİ

Ömer EKŞİ

MAZLUMDER Genel Sekreteri

Koğuş sistemi üzerine kurulu cezaevlerinin temelleri Avrupa'da atılmıştır ve cezaevlerine ilişkin modeller, zamanla ülkeden ülkeye değişen farklılıklara sahne olmuştur. Bu süreç, beraberinde, bilinen cezaevi tartışmalarını da başlatmıştır. Buna paralel olarak, insan hak ve özgürlüklerinin, yine Avrupa merkezli çeşitli bildirilere, sözleşmelere konu olmaya başladığı yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren cezaevleri de uluslararası topluluğun gündemine girmiş ve 1955 yılında BM Minimum Cezaevi Standart Kuralları oluşturulmuştur. Bunu, Avrupa Konseyi'nin Minimum Cezaevi Tretman Kuralları (1973) ve son olarak da Avrupa Cezaevi Kuralları (1987) izlemiştir. "Hürriyetten yoksunluğun ceza adaleti sistemlerinde gerekli bir yaptırım" olduğunun altını çizen Avrupa Cezaevi Kuralları (ACK)'nın bazı ana ilkeleri şöyle sıralanmaktadır:

1- Hürriyetten yoksunluk, insana saygıyı sağlayıcı maddi ve manevi koşullarda ve bu kurallara uygunluk içerisinde gerçekleştirilecektir.

2- Bu kurallar tarafsızlık içerisinde uygulanacaktır. Irk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya diğer ulusal veya sosyal orijin, doğum, ekonomik veya diğer duruma dayalı olarak ayırıcı işlem yapılmayacaktır. Mahpusların mensup olduğu grubun dini inançlarına ve ahlaki kaidelerine saygı göstermek gereklidir.

3- İnfaz kurumlarında mahpusların tabi olacağı tretmanın hedefleri olarak; sağlıklı olmalarını ve kendilerine saygınlıklarını muhafaza etmek ve ceza süresinin elverdiği ölçüde bireysel sorumluluklarını geliştirmek ve topluma avdetlerinde hukuka uyarlı ve kendi kendine yeterli bir yaşam sürdürebilme şansını yükseltecek düşünce ve hünerlerin yer etmesini teşvik etmek gibi olacaktır.

4- Yetkili bir makam tarafından atanacak yetenekli ve tecrübeli müfettişlerce ceza kurumları ve hizmetleri düzenli olarak denetlenecektir. Bunların görevi, özellikle bu kurumların yürürlükteki yasalar ve tüzüklere, cezaevi hizmetlerinin hedeflerine ve kuralların gereklerine duyarlı olarak ne ölçüde idare edilip edilmediğini takip etmektir.

Bu metinler ve diğer uluslararası hukuk normları gereği mahkum, temel ihtiyaçları karşılanmakla birlikte bazı özgürlükleri ceza infaz süreci içerisinde kısıtlanan kişi olarak görülmektedir. Bunların başında da özel yaşam, seyahat, iletişim ve toplanma özgürlükleri gelmektedir. Bu nedenle kişinin herhangi bir nedenle cezaevine konulması, onun haklarının askıya alınması ya da yok sayılması sonucunu doğurmamaktadır. Sokaktaki insan için hukuk güvencesi ne anlam ifade ediyorsa, cezaevindeki hükümlü ya da tutuklu için de aynı anlamı ifade etmek durumundadır. ACK'da yer alan şu ifadeler bu hususa ışık tutmaktadır: "Hapis, hürriyetten yoksunluğu içermesi ile kendiliğinden bir cezadır. Haklı görülür bir ayrıma bağlı olarak veya disiplin korunması ayrık olmak üzere hapislik koşulları ve cezaevi rejimleri, bu durumun içerdiği ızdırabı yoğunlaştırmamalıdır."

Dolayısıyla devletin cezaevindeki kişiye yaklaşımı da bu yönde olmalıdır. Çünkü devlet bir kimseyi özgürlüğünden yoksun bırakmakla, o kimsenin hukukunu korumayı da peşinen kabullenmiş olmaktadır. Hukuk devleti, tutuklu ve hükümlü bireyin cezaevi sürecini, insan onuruna yaraşır bir şekilde ve kişisel hakları yok sayılmadan tamamlayabilmesinin gerektirdiği kurumsal ve yasal önlemleri almakla yükümlüdür. Bu konunun önemine ACK da dikkat çekmektedir: "Mahpusların kişisel haklarının korunması, özellikle hürriyetten yoksunluk tedbirlerinin infazının kanuniliği, adli bir makam veya mahpusları ziyaretle yetkili ve cezaevi idaresine ait olmayan uygunca teşkil edilmiş bir organ tarafından ulusal kurallara uyarlı olarak yapılacak denetimlerle sağlanacaktır."

Türkiye'nin Cezaevleri Sorunu

Uluslararası bu düzenlemelere karşın, Türkiye'nin cezaevleri sorunu, gündemdeki yerini korumaya devam etmektedir. Cezaevleri sorunları ve buralarda yaşanan hak ihlalleri, insan hakları ihlalleri raporlarında önemli bir yer işgal ederken, ulusal ve uluslararası insan hakları kamuoyunun da konuyla ilgili hassasiyeti her geçen gün artırmaktadır.

Türkiye'de cezaevleri konusundaki sorunların başında, bu kurumların nasıl yönetildiğine ilişkin düzenlemelerdeki belirsizlik yer almaktadır. Cezaevleri, onaylanan uluslararası metinler bir yana, mevcut yasalarla dahi idare edilmemektedir. Cezaevlerinin yönetimi, Adalet Bakanlığının konu ile ilgili basına dağıtılan bilgi notunda da belirtildiği üzere, 1930 yılında çıkarılan 10 maddelik "Hapishane ve Tevkifhanelerin İdaresi Hakkındaki Kanun" ve "Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanun"un yanında, sayısını yetkililerin dahi bilmediği "tüzük ve dağınık vaziyette bulunan çeşitli mevzuat/yönetmelik ile yürütülmekte olup, söz konusu mevzuat günün ihtiyaçlarına cevap veremez hale gelmiştir." İlgili merci, zaman içerisinde kendisine verilen yetkileri ayrıntılandırmak amacıyla tüzük, yönetmelik ve genelge yayınlamak yerine, doğrudan ceza infaz siyasetini belirlemek amacıyla tüzük, yönetmelik ve genelge yayınlamıştır. En hayati durumlarda ise keyfi uygulamalara, bir diğer deyişle "bize özgü fiili hukuk"a başvurmaktan çekinilmemiştir.

Ayrıca, süreç içerisinde bunlarla da yetinilmeyerek devreye "protokol" dahi sokulmuştur. 6 Ocak 2000'de bir araya gelen, Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıklarının imzaladıkları "Cezaevleri Protokolü' bunun trajik örneğidir. 79 maddelik protokolle Türkiye'de ilk kez cezaevleri düzenlenmeye kalkışılmış ve cezaevlerinin sorumluluğu tek bir bakanlıkta toplanmasına rağmen protokol 17 Ocak'ta yürürlüğe girmiştir. Kutsal bir hak olan savunma gibi birçok husus, bu protokolle yara almıştır ve avukatlar bu durumu protesto amacıyla cezaevlerindeki müvekkillerini ziyarete gitmemeye başlamışlardır.

Adalet Bakanlığı verilerine göre, 1 Haziran 2000 itibariyle ülkemizde 558 cezaevi bulunmakta olup, bunların 516'sı kapalı, 37'si açık, 1'i yalnızca çocuk, 3'ü çocuk ıslahevi, 1'i kadın ve çocuk cezaevi olarak kullanılmaktadır. Cezaevlerinin tamamı 72.805 kişilik kapasiteye sahiptir. Aynı tarih itibariyle buralarda 72.523 tutuklu ve hükümlü barındırılmakta ve bu sayı her ay ortalama 400 kişi artmaktadır. Şu an cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlülerin 61.337'sini adli suçlular oluştururken, 11.146'sını Bakanlığa göre "terör", uluslararası hukuk kurallarına göre "siyasi" suçlular oluşturmaktadır. İfade hürriyetinin önündeki engeller nedeniyle cezaevlerinde bulunan insanların da "terör" suçu kapsamında değerlendiriliyor olması, güvenliğe dönük bütüncül mantığın gerçek yüzünü ortaya koymaktadır.

Cezaevlerindeki insanların her birine günde üç öğün yemek için, 1998 yılında 300.000 lira, 1999 yılı başında 400.000 lira, aynı yılın Ekim ayından itibaren 500.000 lira ve 2000 yılı için de 700.000 lira ayrılmış bulunmaktadır. Bakanlığa göre bu 700.000 lira kanun gereği 1.300.000 lira olacak, ancak, "Maliye Bakanlığı nezdinde yapılan girişimlerden sonuç alınamamıştır." Bakanlık bu konuyu, akla ilk gelen nedenin dışında bir nedenle önemsiyor: "İaşe bedelinin artırılması durumunda dışarıdan kurumlara çiğ gıda girişi önemli oranda azalacak, bu da kurum güvenliğine katkıda bulunacaktır. Çünkü suç eşyalarının bir kısmı kurumlara çiğ gıda ile birlikte sokulmaktadır."

"Ceza infaz kurumları işyurtlarında" çalışan mahkumlara verilen para ise, iaşe bedeli çıkarılınca geriye kalan 200.000 liradır. İaşe bedeli dahil 2000 yılı için öngörülen miktar normalde 900.000 lira. Oysa ACK, "Mahpuslara çalışmaları karşılığında adil bir ücret sistemi sağlanmalıdır" hükmünü içermekte ve diğer hususlara da neredeyse dışarıdaki işçilerle aynı yaklaşmaktadır. Mevcut ceza infaz sistemi, çalışma şartlarını, mahkumun çalışmayı tercih etmemesi üzerine düzenlemişken; ACK, "Cezaevi çalışmasını, tretman, eğitim ve kurum yönetiminde olumlu bir unsur" olarak görüyor ve "mecburiyet" derecesinde önemsiyor.

Öte yandan, söz konusu cezaevlerinde, 4.941'i boş olmak üzere toplam 31.175 kadro bulunmaktadır. Göreve yeni başlayan bir cezaevi infaz koruma memuru yüzellibeş milyon lira alırken, eskiler beşinci dereceden daha ileriye gidemedikleri için yüzyetmişbeş milyon liradan fazla alamamaktadırlar. Devlet, kadrolarda infaza (bunu 'güvenlik' olarak okumak da mümkün) dönük bir istihdam politikası takip ettiğinden, mevcut kadrolar içerisinde cezaevi koşulları için hayati öneme sahip sağlık, eğitim ve psiko-sosyal hizmet verecek kadroların oranı yok denecek kadar azdır. Bakanlık, Devlet Personel Başkanlığınca uygun görülen 43.345 kadroya ulaşma kararlılığını, ne yazık ki, mevcut personelin niteliği noktasında göstermemektedir. Belki bunu Bakanlıktan istemek biraz "lüks" olur. Çünkü, Bakanlık daha trajik bir gerçeği ifade ediyor: "Cezaevi savcılarına gerekli meslek içi eğitim, mali kaynak sıkıntıları yüzünden verilememektedir." Ne var ki, ACK'nın en fazla yer ayırdığı konuların başında "Mahpuslarla doğrudan teması gerektiren görevleri icra eden" personel konusu gelmekte ve bunu en ince ayrıntısına kadar düzenlemektedir.

Kapalı cezaevlerindeki dış güvenlik hariç, cezaevlerinin her şeyinden sorumlu olan merci Adalet Bakanlığı'dır. Dış güvenlikten jandarma sorumludur. Jandarma ise kağıt üzerinde İçişleri Bakanlığı'na bağlı gözükmektedir. Ancak jandarma, "ihtiyaç" halinde cezaevi içinde de "etkin" roller üstlenebilmektedir. Bunun nasıl bir anlam taşıdığını da cezaevlerine yönelik operasyonların sonuçlarından ve olay sonrasında, Adalet Bakanlarının veya bakanlık üst düzey yetkililerinin "asayiş berkemal" demekten başka bir şey yapamamalarından anlamak mümkündür.

Bu noktada asıl üzerinde durulması gereken husus, jandarmanın ifa ettiği görevin "adli görev" yerine "idari görev" sayılmasıdır. 1983 yılında yapılan bir değişiklikle yapılan bu düzenleme ile jandarma işlediği suçlar nedeniyle doğrudan takibata uğramaktan kurtulmaktadır. Bunun en bariz örneği, 1999 Eylül ayında 10 tutuklunun ölümüyle sonuçlanan Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tevkif Evi (Ulucanlar Cezaevi) olayında yaşanmıştır. Ankara Valiliği, söz konusu gerekçenin arkasına sığınarak, olaya karışan jandarmaların yargılanmalarına izin vermemiş ve olayın üzerinden aylar geçmesine rağmen jandarmalar hakkında hiçbir işlem yapılamamıştır. Yapılan itiraz üzerine, Haziran 2000'de, İdare Mahkemesi, Valiliğin kararının geçersizliğine hükmederek, söz konusu jandarmalardan hesap sorulmasının yolunu nihayet açmıştır.

Bu konudaki yasal değişikliklere ilişkin olarak Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi'nin tavsiyesi üzerine Başbakanlık, 26 Nisan 1998'de gerekli düzenlemeler için bir genelge yayınladıysa da şu ana kadar bir değişiklik olmamıştır. Yetkililerin, "örnek aldık" demekle övündükleri Avrupa ülkeleri cezaevlerinde böyle bir ayrımı bulmak mümkün değildir.

Yetkililerin paraya endeksledikleri cezaevi sorunlarının başında ise, mahkumların sağlık koşulları ve hakları gelmektedir. Resmi çevrelerce bu konuda yapılan açıklamaların tamamı, ciddiyetten uzaktır. Çünkü, tutuklu ve hükümlülerin sağlık sorunlarının temelinde yatan neden, büyük oranda, gözaltı ya da cezaevi sürecinde uygulanan sistematik işkence ve kötü muameleler ile bunların devamı niteliğindeki kötü koşullara mahkum edilmeleridir. "Tıbbi hizmetler, toplum veya ulusun genel sağlık idaresi ile yakın ilişki içerisinde örgütlenmelidir." diyen ACK, "Tıp görevlisi, mahpusların fiziki ve akıl sağlığını gözetecek ve tüm hasta mahpusları, hasta veya yaralı olduklarını bildirenleri ve özel olarak bakıma alınan her mahpusu hastane standartlarına uyarlı koşullarda ve sıklıkla görmelidir" ifadesiyle de konunun hassasiyetini gözler önüne sermektedir. Oysa Türkiye'de hemen hemen hiçbir mahkum, hele de "siyasi" suçlu ise, ciddi bir kamuoyu baskısı olmadan tedavisi için salıverilmemektedir. Salıverilenler, örneklerle sabittir, çoğunlukla "ölümü" kesinleşmiş kişiler olmaktadır. Fiziki rahatsızlıkların dışında, tecrit uygulamaları sonucunda meydana gelen ruhsal bozukluklar ise, daha karmaşık ve vahim boyutlardadır. Başta yakınları olmak üzere, tüm kamuoyu, bu tür vakalardan ancak tutuklu ya da hükümlünün intihara teşebbüsünden veya intihar etmesinden sonra haberdar olmaktadır. Kişiyi bu noktaya götüren temel etmen, aylar süren hücre ortamının yanı sıra, gördüğü işkence ve kötü muamelelerdir. İşin ilginç yanı, bunun programlı bir şekilde yapılıyor olması -çünkü bir kişinin yaşamının hücrede geçmesinin sonucunu herkes önceden biliyor- ve bu durumda olan insanların sayısının hiçbir zaman bilinmemesidir. Fakat, ACK'nın bu konudaki tavrı nettir: "Tıp görevlisi, hürriyetten yoksunluğun devamı veya herhangi bir koşulunun mahpusun fiziki ve akli sağlığına zarar verdiğini veya vereceğini düşündüğünde bunu müdüre rapor edecektir"

Devletin Cezaevlerindeki "Egemenlik" Formülü: F Tipi Cezaevleri

Tüm bunlara rağmen, toplum olarak hala Türkiye'nin cezaevi gerçeğini görmezden gelmeye devam ediyoruz. Oysa, bir ülkede insan haklarının içinde bulunduğu durumu anlamak için ilk bakılması gereken yerlerin başında cezaevleri gelmektedir. Bu bağlamda cezaevlerini, toplumsal ve siyasal yapının aynası olarak görmek mümkündür, ancak aynaya yansıyan gerçekleri mazur görmek; mevcut otoriter sistemi aklamak anlamı taşıyacağından söz konusu bile olamaz. Çünkü, diğer birçok konuda olduğu gibi cezaevleri konusunda da devlet sadece kendi otoriter varlığını düşünmekte ve bunu da uluslararası düzenlemelere rağmen yapmaktadır.

Cezaevlerinde zaman zaman patlak veren ve "dışarıdakiler"den de büyük destek gören, olaylar sonrasında yetkililerin "devlet cezaevlerine hakim değil" kabilinden yaptıkları açıklamalar, bu durumun en büyük göstergesidir. Buna göre; cezaevleri hukukun yerine devletin hakimiyeti altında olmalıdır ve böyle olması halinde sorun kendiliğinden aşılmış olacaktır. Nitekim geçmiş tarihlerde cezaevi görevlileri, devletin bu konudaki egemenliğini ispatlamak için, kanlı müdahalelerde bulunmaktan çekinmemişlerdir. 1996 yılı Diyarbakır E Tipi ve 1999 Ankara Ulucanlar cezaevlerindeki katliamlar, ilk anda akla gelen, iki egemenlik girişimi olarak tazeliğini korumaktadır. [1]

Oysa Türkiye'nin cezaevleri sorunu tam da bu noktada başlamaktadır. Çünkü ortaya konulan, evrensel hukuk ilkeleri yerine, mevcut sistemin egemenliği anlayışıdır ve cezaevleri sorunu, bu bağlamda, jandarma/gardiyan güvenliğinin daha da attırılması suretiyle, "terörle mücadele"nin cezaevleri içinde de etkin bir şekilde yürütülmesi olarak görülmektedir. Bu nedenle içeridekilere "suç işlemiş insanlar" tarzında yaklaşmak yerine; sadece "suçlu" ya da suçun niteliğine göre ve çoğu zaman düşmanca "terörist", "hırsız", "cani", "katil" vs. tavrı gösterilmektedir.

Kuşkusuz, son aylarda kamuoyunun gündemini işgal eden F Tipi Cezaevleri konusu da devletin bu yaklaşımının bir sonucudur. Türkiye'deki ceza infaz sisteminin amaç ve hedefleri dahi belli değilken, Adalet Bakanlığı'nın F Tipi Cezaevi modelinde ısrar etmesi, tek cümleyle, devletin bu konudaki asıl niyetini ortaya koymaktadır. Hali hazırdaki ceza infaz sisteminde, hükümlü ve tutuklu aynı kaderi paylaşmakta ve cezaevi süreci, içeri düşenin kimliğinin ve kişiliğinin yok edilmesine dönük bir çark işlevi görmektedir. Yetkililer bu süreci, tutuklu ya da hükümlünün "ıslahı" olarak değerlendirmektedir.

Devlet, bu noktada koğuş sistemini, ciddi bir engel olarak görmektedir. Bakanlık koğuş sisteminin reddini "asayiş, güvenlik ve muhkemiyet zaafiyeti nedeniyle; tünel kazma, firar etme, isyan çıkarma, rehin alma, haraç alma, koğuş ağalığı, kumar oynatma, sayım vermeme, aramalara engel olma, avukat görüşlerini, cezaevi idaresine veya doktora çıkmayı, aile ve akraba ziyaretlerini örgüt iznine tabi kılma, tutuklu ve hükümlüleri sorgulama, açlık grevine, ölüm orucuna, tecride veya ölüm dahil birtakım bedensel cezalara mahkum etme, koğuş kapılarını kapattırmama, hastane ve duruşmaya gitmeme, eğitim ve tretman çalışmalarını engelleme, dışarıya eylem talimatı verme, kurum görevlilerini rehin alma, yaralama, öldürme, koğuşlara yasadışı resim, pankart, ve afişler asma, koğuşlarda çeşitli suç eşyası bulundurma" gibi faaliyetlerle karşılaşılmasına bağlayarak; bir yandan sistemin cezaevleri sorunundaki sorumluluğunu örtmeye, diğer yandan da mahkumlar üzerindeki devlet otoritesini meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Normal şartlarda kişinin cezaevine konulmasından amaç, suçu karşısında yasanın öngördüğü cezayı çekmesini sağlamaktır. Daha önce de belirtildiği gibi cezaevine konulma, bazı özgürlüklerden mahrum olmayı içerdiğinden, kendiliğinden bir cezadır. Bununla yetinmeyip kişinin, işlediği suçu nedeniyle genel anlamda ve planlı bir şekilde "ıslah edilmeye" çalışılması, ceza infaz sisteminin ruhuna aykırıdır. Asıl olan suçtur ve bunun gereği olan cezanın infazıdır; cezası nedeniyle "ıslah olma" kişinin vicdanına bağlıdır ve bu, yönetim erkini bağlamamaktadır. Bu ve benzer nedenlerle bugün, birçok ülkede yer etmiş bulunan "mahkum hakları" kavramı, Türkiye'de henüz söylem düzeyinde bile kullanılmamaktadır. Konuyla ilgili gelişmeler yakından takip edildiğinde, daha uzunca bir süre, mevcut durumdan vazgeçilmeyeceği kolaylıkla farkedilmektedir.

Devletin F Tipi Cezaevine "kesin çözüm"; bazı çevrelerin de "kazanılmış hakların kaybı" ve "cezaevi-içi örgütlenmelerin sonu" noktasından yaklaşıyor olması, inatlaşmanın doğal bir sonucu olan, sorunun özgün bir şekilde tartışılamamasını beraberinde getirmektedir. Basına açıklama yapan Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun, "Açlık grevleri dahil her türlü tepki ve protestoyu göze aldık. Ne kadar tepki gösterirlerse göstersinler fayda etmez. F Tipi'ne mutlaka geçilecek ve bu sorun bitecek" derken, yurtdışından e-mail adreslerine mesaj geçen bir örgüt ise, herkesi koşulsuz bir şekilde F Tipi Cezaevlerine karşı çıkmaya çağırdıktan sonra, tepkisiz kalanlarla, destek çıkanları aynı potada değerlendiriyor ve akıllarını başlarına toplamaları için de geçmişteki kanlı eylemlerini hatırlatma ihtiyacı duyuyor.

Adalet Bakanlığı çevrelerinin, sistemin cezaevleri konseptine uygun olduğu için "yüksek güvenlikli" olarak tanıttıkları F Tipi modelinin ilkini, 1986 yılında yapımına başlanan ve geçtiğimiz yıllarda hizmete giren 500 kişilik Kartal Soğanlık F Tipi Cezaevi oluşturuyor. Human Rights Watch'un bu cezaevine ilişkin olarak geçtiğimiz aylarda Türkiye kamuoyuna açıkladığı raporunda, F Tipi modeline ilişkin somut bilgilerle karşılaşıyoruz. Rapora göre, tek kişilik "tecrit hücreleri" ranza, masa, duş ve tuvalete yer verecek boyuttadır. Hücre gün ışığı görmemekle birlikte, yaklaşık 16 metrekare büyüklüğündeki avluya açılan bir kapıya sahiptir. Avlu, yüksek duvarlarla çevrilidir. Tutuklu ve hükümlülerin günde kaç saatliğine bu avluya çıkabildikleri bilinmemektedir. Cezaevinin fotoğraflarından, dış cepheyi gören pencerelerinin çok az sayıda olduğu gözlenmektedir. Ayrıca hücrelerle koridoru birbirine bağlayan kapı, gün boyunca kapalı tutulmaktadır. Yemekler, mazgaldan ya da kapı altından verilmektedir. Bazı hücrelerde (kamuoyu bunların kime ait olduğunu çok yakında biliyor) televizyon ya da radyo bulundurulmasına izin verilmesine karşın, spor ya da alıştırma yapmak amacıyla donanımlar sağlanmamıştır. Hücredekilere, kütüphane ya da kantinden yararlanma imkanı verilmemiştir. Bu nedenle, haftada bir kez olan yarım saatlik akraba ziyaretlerinin dışında, tutuklu ve hükümlüler, hücrelerinin dışındaki hiç kimseyle sosyal -hatta görsel- hiçbir iletişim kurma olanağı olmadan, günün 24 saati, haftanın yedi günü boyunca kilit altında tutulmaktadırlar.

Türkiye'de Kartal Soğanlık F Tipi Cezaevi'ne benzer nitelikte iki cezaevi daha bulunmaktadır: Eskişehir (400 kişilik) ve Bingöl (300 kişilik) cezaevleri. Bunların yanı sıra, şu ana kadar 54 adet E Tipi ve Özel Tip Cezaevinin bir bölümü de "oda" sistemine çevrilmiştir. Bu sayının yıl sonunda 73'e çıkarılması planlanmaktadır. Bunlarla amaçlanan da "yüksek güvenlik"tir. Ayrıca, geçtiğimiz yıllarda yapımına başlanan 11 yeni F Tipi Cezaevinin de büyük çoğunluğu bitmiş durumdadır. Daha önceden Mayıs ayında hizmete girecekleri duyurulan Kocaeli, Tekirdağ, Edirne, Bolu, Ankara, İzmir F Tipi Cezaevlerinin Ağustos ayı sonlarında faaliyete geçeceği belirtilmektedir.

Yapımı sona eren ve devam eden (bunların da Ocak 2001'de açılması planlanıyor) F Tipi cezaevlerinde üçer ve birer kişi kalacak şekilde iki tür "oda" bulunuyor. "Odalar", Kartal F Tipi Cezaevi'ndeki ile aynı materyallere sahip, ancak daha küçük bir alandan oluşuyor. "Daha dar alana, nasıl olur da aynı materyaller sığdırılır" sorunu ise, "oda"nın iki kat halinde inşa edilmesi ile giderilmiştir.(!) Kartal örneğinde olduğu gibi bu cezaevlerinde de "havalandırma alanları" var; ancak buralarda da havalandırma kapılarının açılması, ceza infaz memurlarının inisiyatifine bırakılmıştır. Etrafı yüksek duvarlara örülü havalandırma alanlarına güneş ışınlarının temas etmesi de mümkün gözükmemektedir. Çünkü havalandırma mekanı denilen bölüm, daha çok bir kuyuyu hatırlatmaktadır.

Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'ün ifadeleriyle, "ağırlıkla hüküm yememiş kişilerin ve özel durumdaki hükümlülerin konulacağı tek kişilik odalar" ise, tek kat olup banyo ve tuvalet dahil 10 metrekareden oluşmaktadır. Bakan Türk, bu "oda"nın savunmasını yaparken de kötü örneğin arkasına sığınıyor ve dünyadaki hücre uygulamasının üç metrekareden oluştuğunu ileri sürerek, "insaf sınırlarını zorladık" demeye getiriyor. Bu arada Bakan, asıl önemli noktayı gözardı ediyor ve hücre uygulamasının ölçüye indirgenemeyeceği gerçeğini atlıyor.

Tamamı tek renkten oluşan "odalar"ın elektrik düğmeleri dışarıda ve tavana yakın "oda" pencereleri, işlevlerinin dışında aksesuar oluşturmaları amacıyla konulduklarını çağrıştırmaktadır. Bu deliklerden mevsim değişikliklerini takip etmek mümkün değildir. Oysa sözkonusu doğa olayını izlemek, orada kalacaklar için hayati bir öneme sahiptir. "Odalar"da adımlarını metrekare hesabı atmak zorunda kalacaklar; yüzünü görmedikleri kimsenin mazgala bıraktığı yemekleri yiyecekler, havalandırma kapıları açıldığı zaman "odayı" terkedebilecekler ve ışıklar dışarıdan yakıldığı zaman önlerini görebilecekler.

Bazı basın mensupları eşliğinde gerçekleşen cezaevi ziyaretlerinde Bakanlığın üzerinde ısrarla durduğu "hükümlü ve tutuklular ile personelin yararlanabileceği geniş kapasiteli bir kütüphane ve okuma salonu, sosyal, kültürel ve sportif faaliyetler için kullanılacak çok amaçlı bir salon ..." hususları için ise, pratiğe bakmak gerekmektedir. Uygulamada, spor alanları - elbette mevcut olması halinde- her zaman için cezaevi personelinin hizmetine sunulurken, "seçilmiş" bazı kitapların yer aldığı kütüphaneler ise, yönetime "uyum" gösterenlerin dinlenmesine ayrılmıştır. "İş yurtlarına" verilen öneme (!) ise, yukarıda değinilmiştir. Ne var ki, yemekhane ile birlikte ortak kullanım alanlarının başında gelen bu imkanların, tutuklu ve hükümlülerin cezaevi sonrası yaşama uyum sağlamaları noktasında, kilit öneme sahip oldukları unutulmaktadır.

Bu durumun F Tipi Cezaevlerinde düzeltileceğine inanmak, büyük bir saflık olur. Bir defa mahkumların bu imkanlara ulaşabilme sorunları bulunmaktadır; çünkü bu imkanlardan yararlanabilmeleri için idare binasını kullanmaları gerekmektedir. Oysa, bu insanların, henüz, hücrelerinin hemen yanındaki havalandırmalara düzenli bir şekilde çıkabilecekleri dahi kuşkuludur. İzmit Kandıra'daki F Tipi Cezaevinde İstanbul Barosu önderliğinde incelemelerde bulunan heyete brifing veren Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdür Yardımcısı Yılmaz Sağlam'ın anlattıkları, keyfiliğin muhtemel boyutları hakkında fikir vermeye yetmektedir: "Mahkumun hangi tip hücrede kalacağı, ortak kullanım alanlarından yararlanıp yararlanamayacağı idarenin kurallarına bağlı olacak." İdarenin kurallarının ne olduğunu ise henüz kimse bilmemektedir.

Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (AİÖK)'nin "tavsiye kararlarını" da dikkate alarak ciddi bir arayışın neticesinde "yüksek güvenlikli F Tipi Kapalı Cezaevleri projesi"ni geliştirdiklerini kaydeden Bakan Türk, böylelikle AİÖK'nin her tavsiyesine kayıtsız kalmadıklarını da ispatlamış olmaktadır. AİÖK, yukarıda da belirtildiği üzere jandarmanın ifa ettiği görevin "idari görev" yerine "adli görev" sayılması yönünde tavsiyede bulunmuş, ancak iki yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen en ufak bir adım atılmamıştır. Bu konuyu aslına rücu ettiremeyen (83 yılında adli görev geçerliydi) Bakanlık, sanki daha kolaymış gibi, her biri yaklaşık üç trilyona malolan "hücreevleri" yapmaya koyulmuştur.

Geçtiğimiz yıllarda, cezaevlerinde habersiz incelemelerde bulunup da çeşitli işkence izleriyle karşılaşan ve bunu raporlarında değerlendiren AİÖK, işkencenin bir başka boyutu olan tecrit öncelikli cezaevlerini ziyaret ettiğinde, acaba nasıl bir tutum takınacaktır? Adından da anlaşılacağı üzere "işkenceyi önleme" amacıyla kurulan bir komitenin, işkenceyi sürekli kılabilecek bir yapılanmaya referans olması mümkün müdür?

Aslında Bakanlık, söz konusu "tavsiye kararı" iddiasıyla büyük bir takiyye örneği sergilemektedir. Çünkü F Tipi Cezaevlerinin temeli, 1991 yılında çıkarılan ve bütün bir yasa olarak hukukiliği hala tartışılan 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu (TMK)'nun 16. maddesine dayanmaktadır: "Bu kanun kapsamına giren suçlardan mahkum olanların cezaları, tek kişilik veya üçer kişilik oda sistemine göre inşa edilen özel infaz kurumlarında infaz edilir. Bu kurumlarda açık görüşme yaptırılmaz. Hükümlülerin birbirleriyle irtibatına ve diğer hükümlülerle haberleşmelerine engel olunur." Görüldüğü gibi düzenleme o kadar katı ki, buralara konulan insanların birbirleriyle haberleşmeleri bile yasaklanmıştır. Yalnızca bu ayrıntı dahi, havalandırmalar hakkındaki belirsizliği açıklığa kavuşturmanın ötesinde, F Tipi'nin esas dayanağını görmemiz açısından yeterlidir.

TMK'dan hareketle bu işe kalkışılmış olması, yetkililerin Türkiye'nin cezaevleri sorununu tam kavrayamadıklarını ya da kavramak istemediklerini göstermektedir. Çünkü sorun, herkesin bildiği gibi, 11.146 kişi ile sınırlı değildir. Kaldı ki, bunların yani "siyasi" nedenlerle içeride yatan 11.146 kişinin yaklaşık dokuz bininin "terör"le bir ilgisi bulunmamaktadır. Ayrıca, büyük çoğunluğunun da yargılanması halen devam etmektedir. Devlet, bu kişileri "sorun" gördüğü için yalnızca bunlar gündemdedirler; aslında esas sorun, sistemle bir bütündür ve cezaevlerinde bulunan 72.523 tutuklu ve hükümlüyü doğrudan ilgilendirmektedir. Örneğin, her ay üç dört kişinin öldüğü Bayrampaşa Cezaevi'nin temelleri, normalde 600 kişiyi barındırması için atılmıştır. Bugün aynı cezaevine 4.500 tutuklu ve hükümlü sokulmuştur. Bayrampaşa Cezaevi'nin sorunu, diğer 54 cezaevinde olduğu gibi, koğuşları "odalar"a bölmekle çözülmüş olacak mı?

Uygulamanın Belirsizliği Yüksek Güvenliğin Bir Parçası mı?

Nakillerin başlamasına sayılı günler kala, buralardaki uygulamaların nasıl olacağı ve kimlerin görev alacağı konusuna ise, şu ana kadar bir cevap bulunabilmiş değildir. Diğerlerinden çok farklı mimari özelliklere sahip F Tipi modelinde hangi yazılı kuralların geçerli olacağı henüz bilinmemektedir. Örneğin, hücrelerden "havalandırmalara" açılan kapılar -iddia edildiği gibi açılacaksa- hangi aralıklarla, kaç saatliğine açılacak ve bunu kim denetleyecek? Buralara konulmak istenenler hangi kriterler ışığında sınıflandırılacaktır? Kimler tek kişilik 'odalar'da, kimler üç kişilik "odalar"da kalacaktır? Tek kişilik "oda"da kalmanın sonu ölüm ya da tahliye mi olacaktır? Tutuklu ve hükümlüler "odalar"da sürekli tutulmayacaklarsa, hangi ortak mekanları, kaç saatliğine nasıl ve kimlerle paylaşacaklardır? Yasanın, "Hükümlülerin birbirleriyle irtibatına ve diğer hükümlülerle haberleşmelerine engel olunur." hükmü nasıl yorumlanacaktır? "Odalar"da gıda bulundurmak mümkün olmadığından, üç öğün sıcak yemek vermenin garantisi ne olacaktır? "Hükümlü ve tutuklu yatakhaneleri görevlilerce gözetlenemeyecek şekilde düzenlenmiş" ifadesi, söz konusu durum için güvence sağlamaya yeterli midir?

Uygulama kadar, karanlık gözüken bir başka konu ise, uygulayıcılar ve bunların durumudur. Bakanlıkça basına verilen bilgi notunda, personel konusunda "F Tipi Kapalı Cezaevlerinde görev yapacak yönetici ve hizmet personeli standartları önceden belirlenmiştir" denilmesine rağmen bu standartları nelerin oluşturduğu belirtilmemektedir. Onun yerine, görev alacaklar sıralanmaktadır: "kurum müdürü, beş adet ikici müdür, idare memuru, sayman ile yeterli sayıda doktor, diş hekimi, psikolog, sosyal hizmet uzmanı, öğretmen, katip, sağlık memuru, infaz ve koruma memuru, teknisyen, hasta bakıcı, odacı, çamaşırcı, kaloriferci ve hizmetli." Ancak, bir husus daha unutulmakta ve bunların ne kadarının hazır olduğuna değinilmemektedir. Zira, 1 Haziran 2000 itibariyle, 17.111 personel açığıyla çalışmaktan yakınan, Bakanlığın kendisidir. Her yeni F Tipi cezaevinde -buraların 368 kişilik olduklarını unutmayalım- istihdam edilmesi düşünülen personel sayısı ise, dış güvenliği sağlayacak jandarma hariç, 70'i sivil memur, 130'u gardiyan ve cezaevi idari personeli olmak üzere toplam 200'dür. Dış güvenlik görevlileri de eklendiğinde, her tutuklu ya da hükümlü için neredeyse bir görevli düştüğü anlaşılmaktadır. Bakanlığın kullanıldığını ısrarla öne sürdüğü "yüksek teknoloji"nin, personel sayısını azaltmayı neden sağlayamadığı sorusunun da cevaplanması gerekmektedir. Bu arada Bakanlık, standartları ve varlıkları meçhul F Tipi cezaevi personelinin, "Ankara'da C.T.E. Genel Müdürlüğü Personeli Eğitim Merkezi'nde belirli dönemler içinde eğitime" tabi tutulacağı iddiasında bulunmaktan da geri kalmamaktadır.

Bakanlık, bilgi notunda, uygulama ve standartların ne olacağını göstermek yerine, "Mevcut uygulamadan farklı olarak F Tipi Kapalı Cezaevlerinde servis hizmetleri ve görevleri işlevselleştirilmiş, alınan kararlar kişisellikten çok kurul ile oluşturulan komisyon ve heyetlere yüklenmiştir. Bunda bütün personelin yönetime katılması ve kararlarda çok sesliliğin sağlanması amaçlanmıştır." demekle, şüpheleri daha da artırmaktadır. "Kurul ile oluşturulan komisyon ve heyet"ten ne kastedildiği, böyle bir oluşuma neden ihtiyaç duyulduğu, kimlerin görev alacağı, yasal durumu vs. bilinmemektedir. Buna rağmen Bakanlık, içeriksiz iddialarda bulunmaya devam ediyor: "Hem personelin görevlerini icra sırasında uyacakları standartlar, hem kurul, heyet ve komisyonların görev ve sorumluluklarına ilişkin standartlar önceden belirlenmiştir."

Bakanlığın uygulamaya dönük, belirsiz/detaysız söylemleri "yüksek güvenliğin" bir parçası olabilir mi, doğrusu bir hayli düşündürücüdür. Kendileri açısından işlevsel birtakım şekli yenilikleri en ince ayrıntısına kadar aktaran Bakanlık, uygulamanın nasıl olacağını açıklamaktan ısrarla kaçınmaktadır. Bu durumu, nakil öncesi "gizli operasyon"un parçası olarak mı algılamak gerekmektedir?

Bütün bunlar, F Tipi cezaevlerinin kullanıma açılması halinde hücrede kalmanın, yani tecritin, siyasiler için kaçınılmaz olacağı iddialarını kuvvetlendirmektedir. Bazı olağanüstü durumlarda ve sınırlı bir zaman dilimince uygulanan "hücre hapsi"nden bağımsız olarak doğrudan hücrede tecrit halinde yaşamayı(!) içeren F Tipi cezaevi modeli, görünür tehlikelerin dışında, muhtemel hak ihlallerine zemin olma noktasında da ayrı bir endişe kaynağıdır. Uluslararası belgeler, tecrit halinde tutulmayı, istisnai durumlar hariç, her halde açıkça yasaklamaktadır. Uzun süreli tecrit halinde tutulmak, kendi başına zalimane bir hak ihlali iken, cezaevleri de başta olmak üzere hemen hemen her alanda sürekli insan hakları sorunu üreten sistemin varlığı, endişelenmemiz için yeterlidir.

"Güvenlik" Yerine "Hak" Temel Alınmalıdır

Cezaevlerindeki 73 bin insanın üç öğün yemeğine günde yaklaşık 700 bin lira ayıran ve bazı durumlarda benzin parası olmadığını bahane ederek tutukluları hakim karşısına çıkart(a)mayan sistem, her biri yaklaşık üç trilyon liraya mal olan "hücre içerikli cezaevleri"nde ısrarlı gözükmektedir. Gerekçe, devletin temel yapılanmasını ve ülkenin yönetim politikalarını da şekillendiren "güvenlik". Oysa, temel konseptin "hak" olması gerekirdi; çünkü zorunlu nedenlerle de olsa, oraya konulanların sadece özgürlükleri geçici olarak kısıtlanmış olmaktadır. Ayrıca, suçlu da olsa, özgürlüğü elinden alınan insanların haklarını gözetmek, hem ahlaki, hem de vicdani bir zorunluluktur. Ceza infaz hukukunun temel mantalitesi, uluslararası sözleşmelerde de gözlenebileceği gibi, "özgürlüklerin yoksunluğu, hakların dokunulmazlığı" esasına dayanmaktadır. O nedenle, cezaevleri, tutulanlar açısından bir anlamda, "hakların asıl, özgürlüklerin askıda" olduğu mekanlardır. "Ev"i "cezalı" kılan, dışarıdaki özgürlüğe duyulan özlemin kendisidir. Fiziki şartlar kadar, zihniyet ve uygulama da bu çizgi üzere olmalıdır. Kaldı ki bu, cezaevindekiler için lüks değil, devletin yerine getirmesi zorunlu bir ödevdir.

Türkiye'de gerek mevcut koğuş ağırlıklı cezaevi sisteminde, gerekse de hücre içerikli cezaevi sisteminde bu mantalitenin dikkate alındığını görmek mümkün değildir. Çünkü sistem, her halükarda içeri alınanları, farklı bir dünyada, kendisinin algıladığı dünyada sonsuza kadar tutma/tecrit etme düşüncesindedir. Avrupa Cezaevi Kuralları, "Mahpusun bir ceza kurumuna alınmasından sonra salıverilmesi için hazırlığa mümkün olduğunca hemen başlanılmalıdır." diyerek bunun için yapılması gerekenleri sıralamaktadır: "Mahpusların medeni menfaatleri, sosyal güvenlik hakları ve diğer sosyal menfaatlerinin hukukla ve mahkumiyet hükmü ile bağdaştığı ölçüde, maksimum derecede korunması için gereken yapılmalıdır." Bu durum, mekanlardan önce, bir bütün olarak, suçlu da olsa insana dönük bakışın değişmesi gerektiğini göstermektedir. Zira cezaevlerinde "reform", mekan ve ölçülere indirgenemeyecek kadar köklü bir felsefi ilerlemeyle ancak mümkün olur. Şu an için böyle bir durum söz konusu olmadığından, içeri alınan her insanın, nerede tutulursa tutulsun, vücut bütünlüğünden şüphe etmek kadar doğal bir durum yoktur. Çünkü, Türkiye'de cezaevleri, cezanın çekildiği mekan olmanın dışında, çok yönlü bir işlev görmektedir.

F Tipi Cezaevi modeliyle devlet, bu işi daha sistemli ve sorunsuz bir şekilde yapma düşüncesindedir. Amaç; daha az devlet egemenliğinden, daha çoğuna geçmektir. Sorunun "egemenlik" sorunu olduğu gündeme dahi gelmemektedir. Devlet egemenliği ve bu gücün karşısında ezilmemek için ortaya çıkan örgüt egemenliği, sorunun ana gövdesini oluşturmaktadır. İkincisi, birincisinin sonucudur. İkisi de, ceza infaz siyasetiyle bağdaşmayan ve bu nedenle de karşı çıkılması gereken gücü simgelemektedir. Ancak birincisi, ikincisinin sebebi olduğundan, daha çok karşı çıkmayı zorunlu kılmaktadır. Çözüm, birincinin tavrına bağlıdır.

Fakat bu durum, devlet egemenliği kadar örgüt egemenliğine de karşı çıkmamız gerektiği gerçeğini değiştirmemektedir. Cezaevlerindeki devlet egemenliğini daha da meşrulaştırmak için F Tipi cezaevlerine sahip çıkmak ne derece yanlışsa, örgüt egemenliğini meşrulaştırmak için koğuş sistemini savunmak da o derece yanlıştır. Yanlışa karşı çıkmanın alternatifi, bir başka yanlışta ısrar olmamalıdır. Bugün uygulanan koğuş sistemi, ilkel ve suni bir toplumsallık modeliyken, doldurulmayı bekleyen hücre sistemli F tipleri, insanın maddi ve manevi bütünlüğünü/gelişimini yok etmeye dönük modern tecrit odalarından oluşmaktadır. Koğuş sistemi hak ve özgürlüklerin bireysel kullanımına engel teşkil ederken, hücre sistemi hak ve özgürlükleri kullanmak bir yana, varlıklarını dahi tehdit eder bir yapılanmaya işaret etmektedir.

Uygulanması gereken cezaevi modeli, devlet ve örgütlü grup egemenliğinin dışında, insan onuruna ve gelişimine engel teşkil etmeyecek hukuk eksenli ve şeffaf olmalıdır. Bunun için de insan yerine rejim merkezli örgütlenen devlet, tek belirleyici güç olmadığını artık kabullenmek durumundadır ve cezaevlerini evrensel hukuk normlarının öngördüğü biçimde düzenlemekle yükümlüdür. Devlet hazır binalar dayatmadan önce, cezaevleri sorunu bir bütün olarak tartışmaya açılmalı, devletin konuya yaklaşımı sorgulanmalı ve mevcut otoriteden bağımsız alternatif fikir çevrelerinin görüşlerine değer verilmelidir. Bu, bir anlamda tüm sistemi sorgulamak olacaktır. Zaten bütün mesele de bu; çünkü Türkiye'de hangi sorun ondan bağımsız ele alınabilir ki?



[1] Ulucanlar Cezaevi Raporu'nda F tipi cezaevlerine de değinen TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, Ulucanlar katliamının Bakanlık yetkililerince F tipi cezaevleri için kullanıldığına dikkat çekmektedir. İncelenen konunun Ulucanlar katliamı olmasına rağmen, Bakanlık yetkililerinin F tipi cezaevlerini ısrarla "kesin çözüm" diye gündemde tuttuklarının belirtildiği raporda şu çarpıcı gerçeğin altı çizilmektedir: "Ulucanlar'da 10 kişinin ölümünden sonra Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü'nün İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu'na gönderdiği 19 sayfalık bilgi notunda, Ulucanlardaki ölümlerle ilgili 3 sayfalık kısa bilgiden sonra (ki bilginin çoğu ölenlerin ve yaralıların ismi ve yakalanan malzeme ile ilgilidir) 16 sayfada F tipi cezaevlerinin gerekliliği anlatılmaktadır. Halbuki can güvenliğinden devletin sorumlu olduğu 10 kişi ölmüştür ve komisyon bu ölüm olayları ile ilgili bilgi istemektedir."

YAYIN BİLGİLERİKategori Adı MakalelerTarih 2004-08-27
Şube ve Temsilcilerimiz
mazlumder-genel-merkez
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER GENEL MERKEZ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk, No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (0212) 526 2440 | Faks: +90 (0212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4645233